Cesare Pavese okudum yakın zaman önce. Günlerim yoğun bir biçimde onunla geçti. Neredeyse onun öldüğü yaştaydım okurken.
Birbiriyle ilişkili üç son eser yazmış, ardından çok sevdiğini öğrendiğim şehirde, Torino’da bir otel odasında, kendi iradesiyle yaşamına son vermiş. Tam da 1950 Nisanı'nda “Yalnız Kadınlar Arasında” adlı romanıyla İtalya’nın önemli edebiyat ödüllerinden biri kabul edilen Strega Ödülü’nü aldıktan sonra. Ölmeden önce tüm özel kağıtlarını yakarak. Buna rağmen ölümünden sonra ona ait yazılar, dosyalar bulunmuş. Güncesi de bunlardan biri: “Yaşama Uğraşı” Hemen hemen aslına sadık kalarak okuyucusuna ulaşmayı başarmış.
Bazı bölümlerinde şiirden bahsediyor. Geçirdiği evreleri, şiirdeki arayışlarını çok acımasız diyebileceğim bir tonda özeleştirisini yaparak anlatıyor. Henüz 28 yaşındayken dahi bıkkınlığına tanık oluyorum bazı sayfalarda. Birçok satırın altını çizdim, notlar aldım. Okumalarım böyle olmadığı zaman bir yönü eksik kalıyor gibi hissediyorum belki, kim bilir… Belki de sırf bu nedenle kimseden ödünç kitap alamıyorum.
Pavese etkileyici bir yazar, hem de çok. Günceden önce iki romanını okumuştum, “Güzel Yaz” ve “Senin Köylerin” Günceden sonraysa “Yalnız Kadınlar Arasında”
Hayatı merak uyandıran yazarlardan. Bu denli büyülü yazabilen bir yazar-şair… Onu intihara sürükleyen buhranlara tanık olursam onu daha iyi anlayacağıma inanıyorum.
Neden sevdim bu yazarı? Öncelikle kendine has bir iklimi var. Durgun bir Akdeniz akşamı gibi satırlarında. Işığıyla, rengiyle, o anın atmosferini öyle sessiz, dingin, sunuyor ki. Tembel akşamüstlerinden birinde şehir caddelerinde yürürken usulca koluna giriyor ve sana anlatmaya koyuluyor. Derin, içli, yoğun duygu akışı başlıyor. Zamana bağlı eylemleri öylesine doğal sunuyor ki bir an, orada olmak istedim, duygusu ağır bastı bende. Ginia ya da Celia’yla. Acıyı ve hisleri etkili anlatıyor, bunu hem tinsel hem de tensel boyutta son derece gerçekçi seriyor gözler önüne, o anda, o tarlada, samanların arasında benim bedenime saplanıyor sanki o acı. O çatı katında, ressamın odasında tozlu perdelerin ardından sızan ışık benim tenime değiyor. Kapının önünde ben bekliyorum ve içeri giremiyorum ve yine yüzüm al al, çılgın gibi koşarak merdivenlerden ben iniyorum.
Pavese’den yansıyan ayrıcalık tutku ve gizem. Adım adım bir yerlere sürükleniyoruz ama bile isteye… Peki güncesine ne demeli? Kitabın ellinci sayfasına dahi gelmeden gönül yarasına ilişkin ilk satırlarına rastlıyorum. Neden yazarlar acıya bu denli aşina? Neden yara bere içinde gömüyorlar aşklarını. Mutsuzluğu yaşıyor, yazıyor sonra yine yaşamaya devam ediyorlar kaldıkları yerden.
Bencilce gelse de insanın bazen, iyi ki böyle olmuş, diyesi geliyor. Yoksa şu kelimeler nasıl can bulur hayatta:
“Aldırma, hepsi aynı kapıya çıkar. Aramızdaki aşk hikayesi çarpıcı olaylardan değil, en ince sezgilerle dolu iç yaşantılarından oluşuyor. Şiir de öyle olmalı ama dayanılmaz bir acı bu.”
Sarsıcı bir ruh dökümü. Bir sayfa sonra hiçbir işe yakınlığı olmadığını yazmış. Öyle hissettiğine memnun olmalı galiba. Yoksa bu hayranlık uyandıran eserler bizimle buluşur muydu?
Ne çok şeye hayıflanıyoruz hayatta, onlar da tabii. Fark şu ki orada bir Pavese doğuyor.
O zaman
Pavese’yle yürüyelim.
Ayşegül Ekşioğlu
İstanbul’da doğdum, Pertevniyal Lisesi, Mimar Sinan üniversitesi ve ardından İTü, eğitim hayatıma yön verdi. Uzun yıllardan beri İn...
1978 yılında Niğde’de memur bir aile...
“Aynur Görmüş” Kimdir? 17 Şubat...
2005 yılında Günlerden Bir Gün romanı ile ede...
İstanbul’da doğdum, Pertevn...
1976 yılında İstanbul’da doğdu. Y...
1975 yılı Düzce doğumludur. Anadolu üniver...
1974 yılında doğdu. Amasya Merzifonludur....
1986 yılı Bulgaristan doğumlu olan İbrahim Ko...
Almanya’da doğdum. İlköğretim 1. sınıfı...
İlkim öz, Ankara doğumlu olup Hacettepe ünive...
...
1974 yılında Denizli’de doğdu. İstanbul...
Orçun Oğlakcıoğlu 1974 yılında Denizli’...
1989 yılında İstanbul Lisesi'nden, 1993'te...