Yangı  

 

 

 

Bu bir yangı.

Derinlerde bir yerlerde işaret ettiği bir mikrop var, gör diyor.

Bir süredir böyle…

Keşke yaşadığımız gerçeklik, kehanetleri ya da fütürist anlayışla üretilen eserleri izlemek, sayfalarını çevirmek kadar kolay olsaydı. Burnumuz soğuktan donmuş halde, kentin işlek caddelerinden birindeki kitabevine girip, “Ursula Le Guin’in kitapları nerede?” diye sormak kadar büyülü, eşsiz olsaydı, ama değil. Ancak rüyalarda görebilirim dediğimiz, baskısını iliklerimize kadar hissettiğimiz distopik bir atmosferin içindeyiz, sanki keskin kenarlı, koca cüsseli, karanlık bir kaya parçası karşımızda yükselmiş, bizi ve sevdiklerimizi ağırlığı altına almış eziyor. Bizse hiçbir şey yapamıyoruz. Bir yanda toprağın anaç, yumuşak dokusunu duyumsamak, yaşamı özümsemek, kendimizi günlük hayatın akışına bırakmak istiyoruz, öbür yanda zihnimizde ince kan yolları açılıyor ve endişelerin, ihtimallerin gölgesinde ölümü bertaraf etmeye çalışıyoruz.

Yangı Latincede ateşe vermekten alır anlamını ve aynı güçte etkiler değdiği, dokunduğu her şeyi. Hastalık neredeyse kan oraya akın eder. Tek derdi mikroplarla savaşmaktır, o bölgeye zarar verse de ağrıtsa, kızartsa, irin toplatsa da olanca gayretiyle dikkat çekmeye çalışır, bak burada yolunda gitmeyen bir şeyler var demek ister ortalığı toza dumana bularken. Bugünlerde yaşadığımız tuhaf durum da böyle değil mi. Topluma sızan, içten içe eriten tehlikeyi ve ardında sakladığı derin trajediyi anlatıyor bu yangı hali. Benim başıma gelmez dediğimiz nice durumların içinde bulduk kendimizi birdenbire. Eskiden sinemada izlediğimiz kâbus senaryolarının benzerleri olanca gerçekliğiyle karşımızda şimdi. Beyaz perdedeki sahneler bittiğinde soluğu en yakın kafede alırdık. Elimizde dumanı tüten bir kahve, yanımızda sevdiklerimiz, fonda sakin bir müzik filmin kritiğini yapar, içimizdeki endişeyi savmaya çalışırdık. Kaosun titreten gölgesi üzerimize düşecekken perde kapanmıştı, biz de güle oynaya gerçek hayata dönmüştük aslında.

Peki ya şimdi?

Bugünlerde yaşadığımız ne?

Bu da bizim nesile denk geldi dediğimiz kim bilir kaçıncı örnek bu pandemi. Üzerine yorumlar yapıyor, komplo teorileri üretiyoruz. Yine hiçbir şey eskisi gibi olmayacak derken yakalıyoruz kendimizi, bir önceki, ondan da önceki felaketlerde dediğimiz gibi. Endişelenirken, bilinçlenirken, farkında olurken ya da umursamayanları gördükçe sinir sistemimiz iflas ederken bir virüs karşısında “küreselleşen dünya” miti başka başlıklarda birbirine omuz vermeye çalışıyor. Kapanıyor, küçülüyor, uzaklaşıyoruz. Hazırlıksız yakalanmanın paniğine esir olmamak adına çabalıyor geleceğe dair bir umut, iyilik arıyoruz.

Sevdiklerimize dokunmaya korkar olduk. Sarılmanın enerjisi, efsunu, uzaklarda sis perdesinin ardından sesleniyor bize. Gözlerimizi kapıyor ve sadece hayal edebiliyoruz. Dünyanın kim bilir kaç bin kilometre ötesinde nefes veren biri bizim kâbusumuz oluyor. Oysa daha düne kadar filler tepişir, çimenler ezilirdi, bugünse herkes kendisini eşit derecede tehdit altında hissediyor. Yokluk bilinciyle, korku kültürüyle, kötülük hamuruyla yoğrulan benlikler dünyaya kök söktürürken, mesela deniz kıyısına vuran minik bedenler sadece vicdan duvarında asılı kalıyordu ve işte ne yazık ki o kareye sığan minik bedenler uyumuyordu. Tıpkı Hiroşima bombalandığından beri büyümeyen ölü çocuklar gibi Aylan bebek de büyümeyecekti.

“Hiroşima'da öleli

Oluyor bir on yıl kadar.

Yedi yaşında bir kızım,

Büyümez ölü çocuklar.”*

Şimdi herkes, karar vericiler ve zulüm görenler, dünyanın ipini elinde tuttuğunu sananlar, zenginler, fakirler, ünlüler ayrım gözetmeksizin bu pandemide aynı safta yer alıyor.

Her şey yine eskisi gibi olabilir mi?

Sadece ve sadece insanlığa dair bir umut olduğuna inanmalı onu yüceltmeliyiz,

Hepimizin aynı gemide olduğunu anlamalı, kendimizle birlikte karşımızdakileri de sağlıklı tutabilirsek aydınlığı görebileceğimizi bilmeliyiz. Farkındalığın, bilinçlenmenin, empatinin virüs istatistiğine inat birinci-üçüncü-beşinci-onuncu-yirminci günde olabildiğince hızlı yayılmasını sağlamalıyız.

Belki de efsane haline gelen eski bir Kızılderili sözünü hatırlamalı, ileride daha kötü olmaması için yangıyı görmeliyiz.

 “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

 

*Nazım Hikmet/Kız Çocuğu

 

Ayşegül Ekşioğlu

 

Image

Arzu KOLOĞLU

1978 yılında Niğde’de memur bir aile...

Image

Aynur GÖRMÜŞ

“Aynur Görmüş” Kimdir? 17 Şubat...

Image

Aynur KULAK

2005 yılında Günlerden Bir Gün romanı ile ede...

Image

Ayşegül EKŞİOĞLU

İstanbul’da doğdum, Pertevn...

Image

Burak KETENCİ

1976 yılında İstanbul’da doğdu. Y...

Image

Gülhan MERİÇ

1975 yılı Düzce doğumludur. Anadolu üniver...

Image

Hasan Ünal TEKAĞAÇ

1974 yılında doğdu. Amasya Merzifonludur....

Image

İbrahim KORKMAZ

1986 yılı Bulgaristan doğumlu olan İbrahim Ko...

Image

İlkay AKIN

Almanya’da doğdum. İlköğretim 1. sınıfı...

Image

Psk. İlkim ÖZ

İlkim öz, Ankara doğumlu olup Hacettepe ünive...

Image

Mehmet DEĞİRMENCİ

1974 yılında Denizli’de doğdu. İstanbul...

Image

Orçun OĞLAKCIOĞLU

Orçun Oğlakcıoğlu 1974 yılında Denizli’...

Image

Özlem KALKAN ERENUS

1989 yılında İstanbul Lisesi'nden, 1993'te...