Mertcan Karacan derKi
ŞİİR BENİM ÖZ EVLADIM!
“Çocukluğum, evimizin önündeki toprak sahada mahalle maçları yapmakla geçti,” diyebilirim. Her Allah’ın günü bıkmadan, usanmadan, çoğu zaman da gazozuna yapılan bu maçlarda tek hedef, üst mahallenin çocuklarını alt etmek ve onları soyup soğana çevirmekti! Kazanmasına en çok bizim takım kazanıyordu da, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı işte: annem ve havlusu! Ne zaman ki bitiş düdüğümüz kulakları çınlatıyor, annem ve saygıdeğer havlusu, hemen arkamda bitiverirdi. Kabul, beni düşündüğü doğruydu; ama en çok zoruma giden de, Zeynep’in bir ağacın arkasından gülüşleri oluyordu. Sen git biraz önce Alex de Souza formanla onlarca gol atıp kaşınla-gözünle sevdiğinden alkış bekle; sonra da annen gelsin, herkesin içinde sırtına havlu koysun, olacak şey mi? Üstelik eve her döndüğümde annemle bu konuyu tartışır, ondan bu hareketi bir daha yapmamasını dilerdim. Ne var ki verdiği cevap hep aynı olurdu: “Anne olunca anlarsın, hadi git şimdi üstünü değiştir!”
İyi de ben erkektim, anne olamazdım ki! Onun bu cümlelerine anlam verebilmek için yaklaşık yedi-sekiz yıl daha, net tarih vermem gerekirse de 2013 yılının Eylül-Ekim aylarını bekleyecektim!
İlk şiir kitabım Yağmuru Gözlerinde Sevdim, (ki şimdilerde içinde yazılanlara ‘şiir’ demeye bir hayli zorlansam da) 2013 yılının Ekim ayında, Çatalzeytin Mektubu Gazetesi yayınlarından çıkmıştı. Öylesine heyecanlı, öylesine mutluydum ki hiç kimseden bu duygumu anlayabilmelerini beklemiyordum. Onu, yani kitabımı, sürekli öpüp kokluyor, elimdeki tek nüshasıyla her gece birlikte yatıp her sabah yepyeni bir heyecanla gülümseyerek uyanıyordum. Canım annem benim, yine haklı çıkmıştı. “Anne olmak” ne demekmiş, artık ben de biliyordum!
(Öyleyse şimdilik, birkaç küçük soruşturmalar dahilinde, eğer ki boğulursak diye de filikalarımızı yanımıza alarak, hiç değilse görmüş-geçirmiş bir annenin ağzıyla, “şiir” için bazı teşhisler koymak üzere şairler âlemine, okyanus sularına geri dönelim.)
ŞAİR ŞİİRİNİN NERESİNDE?
Şair, şiirinin; ister annesi ister babası, isterse de ağabeyi ya da ablası olsun, her biçimde velisidir. Nasıl ki gerçek kişiler, doğumlarıyla birlikte birtakım haklara sahip oluyorlarsa; şiir de yazılmakla birlikte, hem şairini hem de kendini bağlayacak olan birtakım haklara, eleştirilere yahut da beğenilere tâbidir. Fakat bu noktada, görev ve sorumlulukların hemen hemen hepsi yalnızca şiire değil, çoğunlukla (ki üstüne basa basa söylenmeli: çoğunlukla) şaire yüklenmelidir. Çünkü şiirin yaratıcısı olan şair kişi, bir nevi tüzel kişiden sorumlu olan yönetim kurulu organı gibi hareket eder. Nasıl ki yolsuzluğa karışan bir tüzel kişiden direkt olarak faaliyet binası sorumlu tutulamazsa; bir şiirin yetersizliği de kendi dilinin ya da barındırdığı sözcüklerin zayıflığından değil, şairinin bilgi ve tecrübe eksikliğinden ileri gelir. Bu bağlamda bir şiirin “iyi şiir” ya da “kötü şiir” diye adlandırılabilmesi için, öncelikle yaratıcısının şiire kattıkları ve de katmak istedikleri, yoğun bir şekilde irdelenmelidir. Takdir edersiniz ki kötü yazılmış bir şiirin, hiçbir suçu yoktur!
Bu noktada, ilk şiir kitabım için, üç üst paragrafta parantez içinde yaptığım açıklamaya (ki şimdilerde içinde yazılanlara ‘şiir’ demeye bir hayli zorlansam da)fazlasıyla dikkat edilmeli! Her ne kadar heyecan içinde de olsam, onunla uyuyup onunla da uyansam, onu bir anne şefkatiyle çocuğum gibi de görsem, edebî rahmime düşen ilk şiirlerimin ölü doğduğunu yadsıyamam. Ve bütün bunlar dahilinde şiirimi, kalemimi yahut da kendi öz Türkçemi suçlayamam! İşte, “Şair şiirinin neresinde?” sorusunun en tehlikeli cevabı da burada devreye giriyor: eğer ben o günlerde şiirimin içinde sıkışıp kalmasaydım, bu vakit bunları söyleyen biri olarak karşınıza çıkmazdım. Bu da demek oluyor ki şair, şiirini yazdıktan sonra, onu bir tuval gibi duvara asıp karşısına oturmalı ve belki haftalar, belki de aylar sürecek olan bir inceleme sonucunda, kendi çocuğunu değil de bir şüpheliyi suçlar gibi onu defalarca sorguya almalı! İşte o zaman gerçek şiir, tüm nesnelliğiyle şairine “anne” diyecektir.
ŞİİR YAZILIR MI KURULUR MU?
Servet-i Fünûn dergisinin 8 Mayıs 1941 tarihli sayısında “…sözcüklerin yan yana gelmesiyle hemencecik bir şiir doğabileceğini söyleyenler var. Oysa biz sözcüklerin yan yana gelişini değil, en güzel biçimde yan yana gelişini savunuyoruz. Bizce sözcüklerin yan yana gelişi bir yığma, bir biriktirme olayıdır. En güzel biçimde yan yana gelişte ise bir yaratı vardır.” sözleriyle ilerleyen “Kelimeler” adlı bir yazıya rastlarız. Bu da günümüz genç şairlerine, istemeden de olsa bir atıfta bulunur. Nedenini derhal izah edeyim: 2000’li yılların edebiyat dünyasında, emperyalist yapıdaki yayınevlerinin ve de gününü gün etmekle yetinen sosyal medya hesaplarının hacmi, fazlasıyla ve de fuzulice yer kaplıyor. Bu da, yazın dünyasında emeklemeye başlayan genç bir şair adayı için an’a dayalı doygunluklar ve de gelip geçici başarılar yaratıyor. Yazdıklarını hiçbir elekten geçirmeden sayısız insanla buluşturarak kendini başarılı sayan bu tip yazar profilleri ise, anlık zevkler içerisinde can vereceği günü bekliyor. Hem kendi yazın sağlığına hem de yerel anlamda Türk edebiyatına zarar veren bu tür eser sahipleri, hiçbir engelle karşılaşmadıklarından ve de toplum olarak da el üstünde tutulduklarından, niteliğe değil de niceliğe önem vererek tehlikeli de olsa çoğunluğun sözcüsü durumuna düşüyor. Kalabalığı sürekli olarak tatmin etme çabası ise, öncelikli olarak yaratılan şiire, ardından da dönüp dolaşıp onu okuyan kitleye büyük oranda zarar veriyor. Nasıl mı? Şöyle:
Hiçbir felsefesi bulunmayan, şiirin saklı matematiğini bünyesinde harmanlamayan, yalnızca gündelik hüzünlere ve de toplumsal acılara dayanan; ama bunu yaparken de hiçbir yol göstermeyen, kendi dilinde yarattığı cümlelerle yine kendi diline zarar veren bir eser düşünelim. Sözcükleri gelişigüzel sıralanmış ve Servet-i Fünun dergisinde bahsi edilen bir üslupla yaratılmış olsun! Böylesi kolaycı yazarların bilinçaltlarında, ‘koyun varsa çoban olmak mübahtır’ anlayışı, git gide hem kendi fikirlerine hem de yarattıkları eserlere yansımış olacağından, onları okuyan her bir kesim, edebiyatın ve bilmin ortak paydalarından biri olan ‘araştırma dürtüsü’nden uzaklaşarak kendilerine her sunulanı almak zorunda kalacaklardır. Oysa ki şiir dediğimiz edebî tür, verdiği ya da vereceği anlamı şimdilik bir kenara koyacak olursak, demir gibi dövülüp bitmesi gereken bir tür değil; tam tersine, kuyumcu titizliğiyle bir sepet gibi örülmesi gereken, bilgi ve deneyim kadar emek ve alın teri de isteyen akıl almaz bir bütündür. Bu bağlamda, yazılan her bir taslak bir ‘iç döküm’ sayılırken; anlamıyla, kurgusuyla, kendi diline, kendi edebiyatına ve de kendi insanlık tarihine katkılar sunan her bir dize topluluğu ise -işte o zaman- ‘şiir’ olarak kabul görür!”
Özetlemek gerekirse de: şiir yazılmaz, kurulur!
ŞİİR VE DUYGU
Bilinçsizce oluşturulan duygulu sözcük yığınlarına “şiir” demekle, birkaç damla suya “okyanus” adı vermenin hiçbir farkı olmadığı görüşündeyim. Çünkü şiir, duygulardan beslendiği kadar aklın ve bilmin ışığından da yararlanmalıdır. Bu noktada Salâh Birsel’in, “Şiir coşkuyla yazılmaz. Coşkuyla yazılmış şiirler bile hesaplı bir düşünce, hesaplı bir duyguyla düzülmüştür.” sözünden yola çıkacak olursak eğer, demek istediğim kurallar bütününü çok daha net görebiliriz. Hem sizlere, düştüğüm bu yanılgıyı yazının en başında da anlatmıştım. Ne diyorduk? Yıl 2013, derin bir coşku, tarif edilemez mutluluklar, yaşanmış ayrılıklar ve birikmiş yüzlerce dize! Pekâlâ bugün baktığımızda, “şiir” bunun neresinde?
Halk arasında; belirli bir müzikaliteyle oluşturulmuş her bir duygulu eser “şiir” olarak kabul gördükçe, eminim ki bu yanlışın aşılması, çok zor olacak. Fakat burada yapılması gereken ve asıl önemli olan nokta şu: şiirle yeni yeni tanışacak olan genç bir şair adayı için, “alışılmış yanlış, gerçek doğrudan daha doğrudur” sözleri, ustalarınca derhal yasaklanmalı ve ona, gerçek şiirin izini sürmesi gerektiği en net çizgileriyle anlatılmalıdır. Çünkü edebiyat dünyasındaki usta-çırak ilişkisinin ne denli önemli olduğu da tam da bu bağlamda ortaya çıkacaktır. Yoksa bugünün “usta tanımaz” yarı aydınları, yarın bir gün bu toplumda yol göstermeye kalkışırlarsa vay halimize! Çünkü her birinden daha şimdiden, “ben piştim” haykırışları duymaktayım!
SONUÇ OLARAK ŞİİRDE HATA NEDİR?
Mikroskobu bırakıp da şiire çıplak gözle ve de üstünkörü baktığımız bu yazımızın en başlarında, şiirin bir okyanus olduğunu ve bütün bunları konuşurken de -boğulmamak adına- yanımıza filikalar almamız gerektiğini apaçık söylemiştim. Çünkü o, daha önceleri de belirttiğim gibi, yasaları olmasa da kendine has kurallarıyla yönetilmekte olan apayrı bir devlet, apayrı bir dil olma özelliğine sahiptir. Görüldüğü üzere; önce “okyanus” ve ardından da “devlet” imgelemleri bile şiiri açıklamaya yetmediği gibi, onun sonsuz sayıdaki kuralları-ilkeleri de saymakla bitmeyecektir. Bu noktada, bir şiiri yazarken, yapılması gerekenlerden çok, yapılmaması gerekenleri bilmek, şairine çok daha güzel bir yol çizebilir. Örneğin, debriyajın, frenin ya da gazın yerini, arabalarla uzaktan yakından ilişkisi bulunan tüm kişiler bilebilir; ama engebeli yollarda aşırı hız yapılmaması gerektiği, yüksek vitesle kalkışa geçilmemesi gerektiği gibi kurallar, yalnızca usta şoförlerin bileceği bir iştir.
İşte, şair kişi de bir defa, kendi dilini, kendi edebiyat tarihi bilmeden şiirin peşinde koşmamalı! Bunun haricinde, şiir akan bir ırmaksa şayet, kendi yatağını oluşturmadan; şiiri yazın peteğine bir arı işçiliğiyle dokumadan; yazdıklarını ister ustalarından ister edebiyat dergilerinden olsun, herhangi bir elekten geçirmeden; sözcük ve dizelerin hem anlam hem de şekil yönünden nabızlarına hâkim olmadan; yine Salâh Birsel’in “Bir şiirin güzelliği, kendi dışında bıraktığı sözcüklerin sayısıyla doğru orantılıdır.” cümlesine uyarak sözcük dizimlerinde “az sözcükle çok anlam” ilkesine dayanmadan; kısacası, geçmişle günümüzü harmanlayıp da “bugünün şiiri”ne yön vermeye çalışmadan, hiçbir “şayir” şiire kalkışmamalıdır. Aksi takdirde, ehliyetin de olsa, hadi diyelim usta bir şoför de olsan: kaza geliyorum demez!
Neyse ki boğulmadan kıyıya vardık ve filikaları indirmeye de gerek-merek kalmadı! Belki de hiçbir zaman gerek kalmayacak; ama şiirin doğası gereği, durum ve koşullar bunu gerektirir: tedbir! Çünkü şiir, bugün seni usta bir kaptan gibi yüzdürebilir sularında; ama yarın bir gün neler yapabileceğini kestiremezsin! Boğabilir, yutabilir ya da en kötüsü, varlığını görmezden gelebilir. İşte tam da bu noktada, bir şairin, bütün bu mavilikleri ezbere bilmesi gerekir. Yoksa yazılan bir kaşık suda bile, bugüne değin birçok şairin can verdiği olmuştur. Özetlemek gerekirse de: ben bu birkaç sayfalık yazımda, yalnızca çocucuğumu koruyup kollayabilmek ve onu inatla terleten sahtekar aydınlara, “sahtekar şayirlere” karşı savunabilmek adına emek verdim. Ama gelin görün ki, söz konusu okyanusta sadece birkaç küçük adacıktan bahsettim. Ne demiştik? “Önemli olan bütün bu mavilikleri ezbere bilebilmek!” Bu yüzden de siz siz olun, siz siz olun ve şiiri, “şayir” kişilere teslim etmeyin! Çünkü onlar, şiiri terletip de uzaktan uzağa gülümseyen Zeynep gibi gönülçelen kişilerdir! Ve hiçbiri, değil okyanus sularında yüzebilmek, son nefeslerini dahi bir cam fanusun içinde vereceklerdir. (Bana öyle bakma şiir, anne olunca anlarsın! Hadi git şimdi, kimliğini değiştir!)
Mertcan Karacan
Ağustos 2016 / Karabük