Buğday rengi, ince ve zarif parmakları tuşların üzerinde dans ediyordu. Notaların sesine karışan hafif yaz rüzgarı ara ara esiyor, birbirine yakın mesafede oturan dinleyecilerin arasından hızla akıp gidiyordu. Ülkenin en önemli antik tiyatrosunda dinlediğim bu piyanistle röportaj yapacağım günü ayarlamak için çok çaba harcamıştım. Bütün uğraşlarım sonucunda, ılık bir eylül akşamı o konserden sonra yarım saatlik bir görüşmemiz olacaktı. On iki yıllık gazetecilik hayatımda çok nadir şeyler beni heyecanladırmıştı. Bu da onlardan birisiydi. Bir eserini, sıcak bir ağustos günü yolculuğunda radyoda dinlemiştim. Daha sonra bir televizyon programında denk geldim. Aynı eseri çalmıştı. Adını ‘Yaşam’ koymuştu ve neden bu adı seçtiği sorulduğunda; “Annem için besteledim” demişti. O güne kadar ailesiyle ilgili hiçbir şey duymamıştım. Bunu söyledikten sonra yüzüne yerleşen o acı gülümsemeyi fark ettim ya da fark eden birkaç insandan biriydim. Ailesiyle ilgili bilgileri araştırmaya başladım. Arama motoruna “Ceylan Çetin” yazdığımda önce kendi web sitesi, sonrasında ise çeşitli sanat sayfaları çıkmıştı. Açılan sayfanın başında :
“Ceylan Çetin, Türk piyanist. Özellikle ‘Yaşam’ eseriyle tanındı.” yazıyordu .
Hemen altındaki bilgide:
“5 Mayıs 1983’ te İstanbulda dünyaya geldi…”
Hayatı hakkında bir iki paragraf yazı yazılmıştı ama son cümle, okuduktan sonra bir süre şaşkınlık yaşadığım, günlerce uykularımı kaçıran o cümle, beni derinden sarsmıştı:
18 Ağustos 1995 tarihinde annesi, Ceylanın gözlerinin önünde babası tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü.
Birkaç kere tekrar ettim. Annesi… Gözlerinin önünde… babası tarafından…
Günlerce, gözlerimi kapattığım an, bu olay gözümün önüne geliyordu. Bir baba, nasıl oluyordu da bir çocuk karşısında böyle bir suç işleyebiliyordu?
Ceylan bu konuda hiç konuşmamıştı. İşte ben, Ceylan’ ın ulaşılamayan tarafına geçmek, onun yolculuğuna katılmak ve yaşadıklarına tanıklık etmek istiyordum. Konserlerine her zaman ‘Yaşam’ eseriyle başladığı konuşuluyordu. Yine öyle bir konseri ‘Sonbahar’ eseriyle bitirdi, ayakta alkışlanıyordu. Zarif bedeni , siyah bir elbisenin içinde onu peri kızı gibi göstermişti. Saygıyla, dinleyiciler önünde selamını verdi. Kıvırcık, uzun, sarı saçları olan bir kız çocuğundan bir buket çiçek aldı. Beraber fotoğraf çektirdiler. O sırada ben 13. basamaktaki yerimden hızla kalkıp kulise doğru yürümeye başladım.
Kulisin kapısında duran görevli beni birkaç dakika bekleteceğini söyledi. 20 dakika sonra Ceylan, röportaj için hazırdı. Kapı açıldı. Hemen duvarın dibinde duran iki kırmızı koltuktan birinde oturuyordu. Kıyafetlerini değiştirmişti. Selamlaşma, kendimi tanıtma, yazdığım dergi hakkında söylediğim birkaç cümleden sonra röportaja başladık. Başarılarıyla ilgili sorular sordum. Bütün cevapları, hayalleri olan genç insanlara umut veriyordu. Ama benim merak ettiğim yaralarını nasıl sardığıydı. Bir türlü o soruya gelemiyordum, terlemeye başlamıştım ve dikkatim dağılmıştı. Bu halimi anlamış olacak ki:
“Çekinmeyin lütfen, istediğiniz soruyu sorabilirsiniz. Sanırım ‘ annemi’ merak ediyorsunuz. Buyurun, sorun.” dedi.
Gözlerinin kıyısına yaşlar birikmişti bile. Derin bir nefes aldıktan sonra:
“ Hepimizin yaralandığı bir an’ı var bu hayatta. Ben, onarılması güç bir olayın ardından çok büyük ve uzun süren desteklerle kendimi toparlayabildim. Ama mücadele etmeyi bırakmadım, çünkü annemin mirasıydı. O hep çok güçlü bir kadın oldu. Bardağa çay koyarken bile gülümserdi. Acılarını hep gizlemiş benden. Onu hep gülüşüyle hatırlamak istiyordum. Öyle de yaptım. Çocukken bana; “Senin piyano çaldığını hayal ediyorum kızım, konserine geldiğimi, en önde oturup konser bitince ellerim acıyana kadar seni alkışladığımı hayal ediyorum…” demişti. O yüzden konserlerimde piyanomun karşısına denk gelen koltuk hep boştur. Hayatımın sonuna kadar annemin alkışını duyduğum yer olarak ayırılmıştır.” dedi.
Gözlerimden iki damla yaş aktı…