(Öykü)
Yaprak kıpırdamıyor. Ali yanımda uyuyakalmış. Ağzının kenarındaki kurumuş çikolatalı dondurma izine bakıyorum. Beş tane daha alsam yer miydi acaba. İçimden parmağımı ıslatıp yanağına sürmek geliyor. Çikolataya bulanan parmağımı dudaklarıma götürme, çocuk heyecanına ortak olma hissiyle yüzünü, saçlarını, yara bere içindeki dizlerini seyrediyorum.
Arabaya biner binmez başlamıştı huysuzluğa. Hiç dayanamaz yolculuğa, ister ki koşsun, oynasın, sadece yemeğe gelsin eve, mutfak kapısından öylece baksın işlenmelerime. Havanın nemi yüzümde, boğucu ter damlalarıyla gözlerimi kaşındırıyor, göğüslerimin arasından, koltuk altlarımdan akıyor. Radyoda bildik seslerden, alışılagelmiş nağmeli konuşmalardan yükselen sohbet arabadaki elektrikli sessizliğe iyi geliyor. Memleket selamları ardından her mısrasını bildiğim, eskilerden bir şarkı başlıyor nihayet. İçimden eşlik ediyorum, farklı zamanlara götürüyor beni. Hızlandırılmış bir film rulosu tadında anılara dalmaktansa, geçip gittiğimiz yerlerde bıraktığımız, birbiri içinde kaybolan bulanık manzarayı çözmeye çalışmak daha kolay geliyor. İçimdeki ağırlık durulmuyor
Bir zaman gittikten sonra yavaşlıyoruz. Arabanın kapılarını açık bırakıp iniyoruz soluklanmaya.
Babam – Çağan’ın babası- benzin alıyor. Annem – annesi- yanımdaki duvara ilişip bir sigara yakıyor. Benim de canım çekiyor, istemiyorum. Beni sever bilirim yine de bu saatten sonra yüzgöz olmayalım derdi sarıyor yine. İki saat içmezsem ölmem ya deyip üstünde durmuyorum. “Çok zengin buranın sahibi” diyor annem – annesi- Saadet Hanım. “Bizim köydeki eczacı kız da okumuş etmiş, sonra tutmuş bu adamla evlenmiş. Yıllar sonra da zorla bir çocuk. Nasıl yakıştırdı kendine hiç anlayamadık ama olunca oluyor işte.” Dinlermiş gibi gözlerine bakıyor, kafa sallıyorum. Aklım Ali’nin valizinde, bir eksiği çıkacak diye ödüm kopuyor. En çok arabaları var, valizin yarısını kapladı neredeyse. Sabah pantolonunu giydirirken bir süreliğine diye avuttum kendimi, sadece iki ay. Sonra gelip seni alacağım, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamayacaksın. İri gözlerini gözlerime dikip iki ay ne demek diye sormasını bekliyorum. Dayanamam gibi geliyor, sormayışına sevineceğim yerde hayıflanıyorum.
“Şimdi diyor Saadet Hanım biri orada biri burada ayrı gayrı, nasıl işse.” Birden susuyor, sırf bir şey söylemek için, “Onların durumu biraz farklı, köy yeri ne de olsa,” diye konuyu kapatıyor. Belki derdi beni avutmak, belki kırdığı potu toparlamak, üzerinde durmuyorum.
Saçlarımı ensemde toplayıp, tek örgüyle belime uzattım. Elimdeki pet şişeyi açıp avucuma döktüğüm suyu enseme, başıma, yüzüme serptikçe konuşmanın kasveti sönüyor. “Gidelim,” diyor babam – babası - Ahmet Amca.
Tepenin üzerinde sekiz on ev kımıl kımıl oynaşıp duruyorlar ince ince. Ağır ağır yol alıyoruz, bekliyorum. Birazdan konuyu açarlar, neden kalkıştınız ki bu işe, çocuğu hiç mi düşünmediniz diye sorar derken,
“Kızım,” diyor. Eyvah diyorum içimden.
“Biz klimayı çok bilemiyoruz. Açtım ama. Çocuğa çarpar dersen.”
“Camı açalım yeter baba.”
Rahatlıyorum. O kadar az konuşuyor ki, iki çift laf etmek maharet ister.
Ali sıkıntıyla dönüyor. Ensesi ter içinde kalmış. Uyansaydı konu olurdu hiç olmazsa. Bak Ali derdim, bayrama gidiyoruz. Sağda solda domates, karpuz tarlalarını, günübirlik pansiyonları geçiyoruz, uzakta denize giren çocukların keyfine diyecek yok.
Kilosu yetmiş kuruşa pahalı deyip almadığımız karpuz sergisinin önünden ayrılıyoruz. Ahmet Amca, “İleride elli kuruşa satıyorlar yahu, bunlar hepten azıtmış,” diyor.
Karşıda, yolun ucunda nicedir unuttuğum bir manzara çıkıyor karşımıza. Aynı anda dönüp annemle birbirimize bakıyoruz.
“Aaa bakın, leylekler,” diyor. Geride bıraktığımız elektrik direğinin üzerinde çokça saçaklı bir yuva, dolgun. Konforlu gözüküyor. Üzerine tünemiş leylekleri görünce, eskiden ziyarete giderken bu manzarayı görmek için kaç kez dilek tuttuğumu hatırlıyorum. Birlikte gezmek istediğimiz, plan yaptığımız zamanları.
“Çoğunlukla burada olmazlardı.”
“Olur mu kızım bak üç taneler, hepsi de ayakta. Ah Ali’de görseydi.”
Uyansın istiyorum. Biraz sarsalayıp kendine gelmesini umarken, hiç sesin gelmemesiyle kendi haline bırakıyorum. Beş yıl öncesi gözümün önünde.
Aynı direğin altındayım.
“Eylül, bak, bana bak.” Diyor.
Gülümsüyorum. Tam tepemdeki yuvada iki leylek ayakta. Biraz yana çekilip ellerimle yukarıyı işaret ederken Çağan tık diye çekiveriyor. Oldu oldu diyor hadi bekletmeyelim. Devam etmiştik, oyalanmadan…
Leylekleri arkada bıraktık. Başımı yeniden yola çevirdiğimde annem düşünceli bana bakıyor. Gene çekseydik kızım diyor. Ali’yle. Hatıra kalır. Gülümsüyor, susuyorum, üstelemiyor. Yokuşu tırmanıyoruz. Az kaldı dedikten sonra ekliyor.
“Elif gene hamile.”
Şaşırıyorum. Birbiriyle böylesine zıtlaşan iki baskın karakter, anne kız ilişkisi. Hep mi mutsuz etmek ister biri diğerini, nasıl başarıyorlarsa. Doğurma doğurma dedikçe sanki inadına. Üçüncü geliyor demek.
Epey kızıyor, söyleniyor. “Kızmayın ona artık. Böyle mutlu işte,” diyorum.
“Kızım bir insanın hiç mi sosyal hayatı olmaz. Çocukları çok seviyorsa biraz da derneklere gitsin o zaman. Büyütmek kolay mı, dertleri de büyüyor. Günden güne daha zor oluyor Bakın bize. Size ne kadar üzülüyoruz. Bu durumunuza yani.”
Bizim durumumuza susuyorum.
Babam giriyor araya. “Yunan Kanalları mı karışıyor ne, oyna bakalım şununla. TRT’yi aç gene istersen.”
“Büyük anneanne yine kalabalık olur şimdi,” diye sorunca hava değişiyor.
“Tabi ya,” diyor annem. “Kardeşlerim, çocuklar, torunlar doluşmuştur şimdi. Gülmeye başlıyor. “Kıçından köy çıkacakmış neredeyse annemin,” diyor.
Dayanamıyor ben de gülüyorum.
Köye yaklaşıyoruz. Birazdan eczaneyi –benzincinin karısının işlettiği- geçip sola kıvrılır, tepeye varır, dururuz.
“Anne,” diyorum.
Bakıyor.
“Ben şimdi bir şey diyecek miyim? Ne anlattınız eşe dosta bilmiyorum ya.”
“Bir şey söylemedik.”
“Anne, bir yıl oldu artık.”
Araba duruyor, iniyoruz.
Tepedeki taş ev coşmuş, uğultular, yemek kokuları başımızı döndürüyor. Demir kapının kancasını kaldırıyor, merdivenlere yöneliyoruz. Babam Ali’yi alıyor kucağımdan, içeri giriyoruz. Her zamanki yerinde duran bir dolu eşya, insan kalabalığı. Niye buradayım? Sorsalar ne diyeceğim? Kim biliyor kim bilmiyor, bilse de ne biliyor nasıl tahmin ederim ki. Sırf onlarla olacak iş mi, belki de Çağan bir arkadaşına anlattı. O da evine gidip karısına. Böyle böyle duyuldu. Bir bana yüzlemediler belki. Of diyorum, sıkıntıyı atamayacağım belli, düşünmemeyi seçiyorum.
Yüzler çoğunlukla aynı, sohbet, köy dedikoduları. Anneannenin gücü ev baklavasına yetmiyor artık. Kalburabastıyla idare edecek misafirler.
On yıldır görmeye alıştığım hardal renkli üçlü koltuğun köşesine ilişiyorum. Ali yanıma uzanıyor, tam anlamıyla uyanamamış. Pelte gibi, sersem sepelek etrafına bakınıyor.
Büyük anneanne çıkıyor odadan. Başında kar beyaz bir namaz başörtüsü, mırıldanıyor. Hükümet gibi kadın derler ya karşılayıp öperken bile iki adım geri çekilesim geliyor. Allah kabul etsin efendim, bayramınız mübarek olsun derken, yeni misafirler giriyor odaya. Sarılmalar, hal hatır sormalar. Sıra bana geliyor.
“Saadet Hanım, diyor komşu, tanıyamıyoruz artık. Kızın herhalde.”
Annem – annesi- omuzumdan sarılıyor, “Gelinim,” diyor.
Eski diye tamamlıyorum sesim cılız çıkıyor kimse duymuyor. Başımı kaldırıp gülümsüyorum.
Ben Eylül diyorum. Ali’nin annesi.
Ayşegül Ekşioğlu