Beyaz bir yatağın ortasındayım.
Dizlerimi karnıma çekmiş, kollarımla bacaklarımı kucaklamış öylece oturuyorum. Sessizlik, istediğim bu. Bir film sahnesinin ağır çekim izleri etrafımda dolaşıyor. Tütsülü bir hava hakim odada, hiçbir şey ilginç gelmiyor. Duvarların kirli beyazı perdelerin temizlik kokusuna karışıyor. Her şey an be an silik bir resme dönüşüyor sanki. Yüzümü görmek istiyorum, ellerimi, gözlerimi, izin vermiyorlar. Aynaların hepsini sakladılar, biliyorum. Yine aynı şeyi yapacağımdan korkuyorlar. “Aynı şeyi,” demişlerdi. “Söz ver bir daha yapmayacaksın, iyi olacaksın.” Söz, bu kez bir şey yapmayacağım. Hem artık yalnız kalmak da istemiyorum.
Karşımda büyük, ağır bir kapı, sımsıkı kapalı. Birazdan açılır, “Anneniz geldi,” derler. Haberim olmasa da olur. Bir ruh gibi gelse, ben uyurken dolaşsa ortalıkta, aynı ruhsuzlukla gitse öyle sevineceğim ki. Gelir, kapının eşiğinde durur, ayaklarını sürüyerek yaklaşır, yatağın kenarına ilişir. “Nasılsın,” der.
“İyiyim ya sen?”
Elinde çantası boş gözlerle bakar durur. En azından sesinde, bakışlarında bir sıcaklık beklerim. Bu acıma da olsa… Hem belki kendimi iyi hissettirir. Yapamaz. Kesik, donuk, yine bıkkın bakışırız. Her daim suçluluk gizlidir kıpırdanmalarında, birkaç kırık dökük laf kalabalığı o kadar. On altıncı dakikayı bulmaz, kalkar gider. Bir hafta gerginliğe veda.
Başım çarşafsız yatağın köşesine devriliyor. Her şey yan yatmış, böyle daha iyi. Perdenin aralığından sızan cılız ışık sol yanımı yalıyor, geçiyor. Solmaya devam ediyor, bense inatla başımı ısıtmasını umuyorum. Artık çıplak değil, çıkan saçlarım köksüz bir tarlada büyüyen dikenler gibi, değdiğimde elimi tırmalıyor. Parmaklarım yatağın kenarından sarkıyor. İnce, uzun, beyaz parmaklar tırnakları et dibine kadar tüketilmiş bana bakıyor. Ne kadar zaman geçti, artık saymıyorum. Hesabını bilmediğim tekrarlarda ilaçlar, iğneler, minik pembe haplar hep benimleydi.
“Bunu dilinizin altına koyacaksınız, her gün bir tane. Yanındakiyse ağlama nöbetlerinizi azaltacak. Merak etmeyin uzun süre kullanmayacaksınız. Kalp çarpıntılarınız daha da artar, endişelenmeyin. Kâğıt bardaktaki suyu yatağın yanına bırakmak için dönerken bir an durup bana bakıyor. Elime dokunuyor. “Çok ilginç. Sizin ne kadar da güzel elleriniz varmış. Hiç piyano çalmayı düşündünüz mü?” Sevimsiz bir kahkahayla yanıt veriyorum.” Siz yeni başlayan hemşiresiniz değil mi?”
Geniş bir sahnenin önünde beyaz, kuyruklu bir piyano. Siyah elbisemin eteklerini taburenin ardına bırakıyorum. Derin bir nefes, üç, iki, bir. Parmaklarım tuşları buluyor. Yabancı, ürküten, soluk sesinin değmediği salondan Für Elise yükseliyor.
Si mi’re# mi’re# mi’re#
Si re’ do’ la
“Hayır, piyano çalmayı hiç düşünmedim. Annem de müzik kulağımın olmadığını söylerdi.”
Ellerimi bacaklarımın arasına aldım. Buraya getirdiklerinde ilk zamanlar hep böyle yaptım, iyi geliyordu. Titremem bir süre sonra bütün vücudumu sarsmaya başlardı. Çeneme, dişlerime yayılır, bazen dilimi kanattığı olurdu. Azaldı.
Pencerenin yanına iki serçe geldi, bu soğuk kış güneşinin onları da ısıtmayacağını biliyorum. Gagalarına takıldı gözüm. Eşelenip duruyorlar, belli ki bir iki kırıntı peşindeler. Gözlerindeki umut çocukluğumun aynası, sırı bozulmuş.
Sokak kapısına açılan holdeymişim. Ellerimin arasında sıktığım ipek mendilden güç bulduğumu sanıyorum. Beyaz dantel çoraplarım, rugan ayakkabılarım, pileli bir elbise üzerimde. Annem saçlarımı topuz yapmış, gerginliğinin gölgesi her yere sinmiş. Babam dudakları ince bir çizgi halinde iki parmağıyla kavradığı sigarayı kül tablasında eziyor. Sessiz sedasız konuşmaya gayret ediyorlar nafile. Penceremizin dışında iki kuş, üşüyorlar. İçeride fısıltılar “Yeterince diyorum sana yeterince iyi değil.” “Zorlamasan bu kadar, elinden geleni yapıyor” Yakınma sesi daha da artıyor. Ben kuşları ısıtmak istiyorum. Camı aralayacakken kaçıyorlar. Yine elimdeki mendili buruşturmaya devam ediyorum.
Kanat çırpışlarıyla yeniden yatağa, perdenin bu yanına dönüyor düşüncelerim. Uçtular. Pencereden dışarıyı izliyorum. Bahçede dolaşan bir dolu insan. Görevliler, hastalar, ziyaretçiler, mecburi gelenler ve bir an önce gitmek isteyenler. Daha da kötüsü hep burada kalacağını düşünenler. Karşıki bankta sürekli sallanıp duran bir adam, biraz ileride biri kendini Notre Dame’ın kamburu sanıyor. Geldiğimden beri konuştuğunu hiç görmediğim kız, ziyaretçisiyle bankta oturuyor. Karşılıklı susuyorlar. Yakını mı acaba? Babama ne kadar da çok benziyor. Babam gelse.
Sahne arkasındaydım. Konser öncesi son konuşmamız. Beethoven çalacağımı söylemiştim. “Biliyorum,” demişti. Sesinde o alışık olduğum yumuşaklık Cevabı olmayan sorular, başarı dilekleri, tedirgin elleriyle omuzlarımdan tutuyor, uzun sarılıyor, yaka mendilinin yanağımda bıraktığı his, çıkıyor. Saçlarım topuz, uzun beyaz elbisem bedenime dar geliyor. Ellerim, ellerim terliyor, ta derinlerden yükselen bir sıkıntı başlıyor işte. Pıt pıt. Aynada bana bakan endişeli yüze bir iki boya sürüyorum. Başka şeyler düşünmem gerekiyor. Boşuna. “Zamanı,” diyorlar. Kalktım. Sahneye doğru yürüyorum, Ayışığı Sonatı’nı çağırıyorum zihnime. Başımı çevirip bakıyorum, sonsuz bir karanlık, kıpırdanan siluetler. Rahatsız edici uğultu piyanonun başına geçmemle birlikte kesiliyor. Oturduğum tabureden bu kez siyah piyanonun dişlerine asılıyorum. Karanlığa tekrar dönsem herkes susacak bir o uğultu kalacak. ”Yeterince, yeterince…” Senelerdir aklımdan çıkmayan tonlar, duymamak için neler yaptığımı düşünüyorum, neler. Ellerim titremeye başlıyor, alışık olmadığım bir es, yeniden deniyorum, ne oluyor? Seyircilerde huzursuz, tuhaf fısıltılar. Notalar gelmiyor, yanaklarıma kan hücum ediyor. Şimdi göz göze gelebiliriz artık, nasılsa geri dönüşü yok. Beklenmeyen bir kararlılıkla kalkıyorum, sakin kulise yöneliyor adımlarım. Bir kilit sesi.
Sahne artık uzak. Uğultular, ayak sesleri.
Aynada kocaman bir saç yığını, karşımda, uzuyor, çoğalıyor, boğazıma yapışacakken yakalıyorum. Tek tek kurtuluyorum buklelerden. Sıra bu donuk, beyaz parmaklara geliyor. “Sus müzik sus,” diyor Beethoven.
Birileri içeri girdi. “Makas,” diyor. “Kırıklara dikkat edin.”
Elbisem artık kırmızı, kucaklıyorlar beni. Bitti.
Müzik yok artık.
Dışarıdan ayak seslerini duydum. Çıplak, beyaz yatağa uzandım, küçük bir tıkırtı. Gözlerimi kapatırken kapı aralanıyor. Görevli annemin geldiğini söylüyor.