Roman / Söyleşi / MİHRAN ŞİGAHER
Değerli Okuyucularım, bu ayki yazımı edebiyat dünyasının yeni bir yazar kazandığını düşünerek MİHRAN ŞİGAHER’e ayırdım. Romanının detaylarına söyleşimizde yer verdim. Öncesinde şunu söyleyebilirim ki bu kıymetli kitabı tarihe, edebiyata, müziğe, dansa ilgi duyanlara, yakın tarihimizin acılarına ortak olmak isteyenlere, aşka inananlara tavsiye etmekten mutluluk duyuyorum. Romanın yayına hazırlık süreci oldukça zorluydu ancak tüm pürüzlere ve zorluklara rağmen sonucu güzel oldu.
İnancını, sabrını, umudunu koruması, çalışkanlığı, bilgisi ve araştırmacı kimliği ile bizlere örnek olması çok kıymetli, bu nedenle değerli yazarımız MİHRAN ŞİGAHER’e teşekkür ederim.
Merhaba Ayşegül, davetin için ben teşekkür ederim. Sorularını memnuniyetle yanıtlayacağıma emin olabilirsin. Edebiyat serüvenimi; bir okuyucu ve bir yazar olarak ikiye ayırabilirim. Okuyucu olarak ilgim ortaokul-lise dönemine denk gelse de bu ilginin, üniversite döneminde yoğunlaştığını söyleyebilirim. Yazarak üretici konuma geçmem ise yaklaşık on bir yıl öncesine dayanıyor. Tangoya başladığım yıllarda, dansta öğrendiğim figürlerin ötesinde; tango müziğine ve tarihine duyduğum ilgi sayesinde, bir blog kurarak makaleler yayınlamaya başladım. Eksikleri çok, redaksiyonu eksik makaleler… Tıpkı öğrendikçe ilerlediğim dansım gibi. Fakat zamanla geliştirdiğim makalelerim, camiada yayımlanan Lapiz dergisinde yer aldı. Süreç beni, “Ölüm Orkestrası” romanını yazana kadar devamlı geliştirdi ve geliştiriyor.
Bana göre bu kitabın can alıcı anları: Bir Yahudi kampında kurulmuş ve sonraları Ölüm Orkestrası adını alan orkestranın, verilen son emirle toplanması, bu emirle bir tango şarkısını çalmaya başlayan orkestra üyelerinin, birer birer vurularak öldürülmesiydi. Şarkı bu nedenle son müzisyen vurulana kadar durmadan çalındı. Bu olay ile kitap; o anların gerisine, şarkının geçmişine odaklanıyor. Kampta çalınmadan önce birçok konser salonunda çalınmış, çok ünlü bu tango şarkısının, kompoze edilişinden kampa gelişine kadar yaptığı yolculuğu okuyucuya aktarıyor. Kitabın bu kısıma kadar olan tarihi incelemesinde, kompozitörü ve orkestrasını, şarkının çalındığı salonları öğrenirken, şarkı kampta çalınmaya başladıktan sonra, isminin değiştiğini, orkestranın ismiyle uyumlu; Ölümün Tangosu adını aldığını öğreniyoruz. Sonrası şarkının ortaya çıktığı coğrafyada bir dergide yayımlanan şiire odaklanıyor kitap. Şaşırtıcı fakat şiirin adı da Ölümün Tangosu… Bu bağlamda; kronolojik sırayla şarkıyı kompoze eden orkestra şefi Eduardo Bianco’nun hayatı, şarkının isminin değiştiği kamp olan Janowska Kampı ve kamp orkestrasını, savaş sonrası şair Paul Celan’ın hayatını aynı kitapta okuyuculara sunuyorum. Bir önemli detay: Bu kitap aynı zamanda kamp orkestrasının üyelerinden, Viyana Filarmoni Orkestrası’nı yönetmiş olan şef Jacob Mund’u Nürnberg duruşmalarına sunulmuş olan bir fotoğrafta teşhis ediyor. Ayrıca aynı isimde bir şarkı ve şiirin varlığı, okuyucuların kendilerine şu soruyu sormasına neden oluyor: Acaba şiirle şarkının bir bağlantısı var mı? Bu sorunun cevabını da kitapta, şaire ve kamp sonrası hatta savaş sonrası döneme şahitlik ederek öğrenmiş olacağız.
Kitabın büyük bir bölümü, yıkımın farklı derinliklerde hissedildiği bir tema sunuyor okuyucuya. Bu yıkımın getirdiği melankolinin karşısında, okuyucuların nefes almalarını sağlayacak bir karşıtlık olmalıydı. Bu sebeple ana karakterlerimizin yaşadığı naif aşk, bize yıkımın getirdiği karanlığı dağıtacak bir umut ışığı veriyor. Adeta yağmur bulutlarının arasından görünen güneş ışığı gibi. Bu umudun ışığı, ayrı düşen ana karakterlerimize, savaş ortamında birbirlerine ulaşma azmini ve sabrını veriyor. Okuyucuya bir davranış şeklini devamlı hatırlatıyor: Vazgeçmemek. Her ne olursa olsun… Belki de kitabı yazarken yaşadığım tüm zorluklara göğüs germemin nedeni de bu umutla vazgeçmememdi.
“Normal” olarak adlandırmaktan öte belki döneme “savaş öncesi dönem” diyebiliriz. Samimi düşüncem; dönemin revaçta dansının tango olması nedeniyle aynı zamanda tango şarkıları çok popülerdi. Bu koşullar altında bir başka şarkı da “Ölümün Tangosu” ünvanını alabilirdi. Ve ne yazık ki birçok kampta böyle şarkılar çalınırken, insanlar öldürüldü. Bianco’nun Batı Avrupa’da kompoze ettiği şarkısı Plegaria, orkestranın süksesi sayesinde Ukrayna’daki kampta bir müzisyenin elinde Ölümün Tangosu’na dönüştü. Peki Eduardo Bianco, kendi deyimiyle “süper tangosunun” savaşta Ölümün Tangosu ismini aldığını biliyor muydu? Bu sorunun cevabını kitapta bulacağız.
Sanatını icra ederken çevresinde yarattığı etki, bu mesafeyi azaltmış olabilir. Aynı zamanda, kendi de bilinçli olarak bu mesafeyi koymamış olabilir. Bu konuda okuyucuları bir paradoksa sokmadan şöyle cevap verebilirim; Başarılı olmakla popüler olmak arasındaki derin fark bugün de mevcut, eskiden de mevcuttu. Bianco Orkestrası’nın popüler olduğuna şüphe yok, başarılı mıydı? Tartışılır... Şahsi fikrim; Avrupa’nın tango dansı ve müziği konusundaki beğeni eşiği, Arjantin’e göre hayli düşüktü. Bu sebeple eski kıtada ünlenmiş olan orkestranın Buenos Aires’te aynı başarıya sahip olabilmesi zordu. Siyasi erklere yakınlığı tartışmalı olsa da fikrim; Bianco’nun iş tanımı olan müzisyenliğin ve orkestra şefliğinin dışına çıkarak, bu erklerle kişisel derin ilişkiler kurduğu yönünde. Bazı yazarların yaltakçılık olarak tanımladıkları derin ilişkiler.
Enrique Cadicamo ismi kitapta çok az geçse de kendisi Arjantinli ünlü tango söz yazarı, şair ve romancıdır. Fakat Paul Celan yazdığı şiir ile kitabın savaş sonrası dönemine damgasını vurur. Ve hatta kitapta da bahsettiğim üzere; Celan’ın şiiri Ölümün Tangosu, Ölüm Fügü ismini alır. Tesadüf; kitaba konu olan şarkının da şiirin de ismi zaman içinde değişmiştir.
Kitapta hayatlarının ikinci baharında olan bir çift ile henüz yirmilerinde olan bir çift mevcut. İki aşk da kalbe dokunan ve zamansız aşklar. Bir hoşlanma ve vazgeçiş değil, kararlı, ne istediğini bilen insanların aşkları. Birçok okuyucunun “böyle aşklar yok,” dediği türden. Fakat aynı okuyuculara “böyle bir aşkı yaşamak ister miydiniz?” sorusunu sorduğumda aldığım “evet” cevabı, aslında insanların içinde o ilişkilerdeki güvene ve saygıya dayalı aşka nasıl susadıklarını göstermiş oluyor. Bu da geleceğe dair umudumu arttırıyor.
Papirüs Yayınları bu noktada kitabımın basımını ve yayımını üstlendi. Ve dosya olarak sunduğum bu roman için ciddiyetle ve zamanında cevap veren tek yayıneviydi diyebilirim. Papirüs Yayınları’na ulaşana kadar ziyaret ettiğim yayınevlerinin yaklaşımı oldukça sübjektif ve satış odaklıydı. Bu ekonomik koşullarda onları da anlamaya çalışmakla birlikte, beni hayrete düşüren cevaplarla karşılaştığım da oldu. Yazarların Instagram hesaplarına bakarak, kitaplarını pazarlayabilecekleri takipçilerinin varlığını araştıran editörle de “Kamplar Yahudileri öldürmek için kurulmadı ki!” cümlesini kuran genel yayın yönetmeniyle de karşılaştım. Bu entelektüel seviye beni hayli üzdü ne yazık ki. Son tahlilde durum bana, çok önemli dosyaların bu nedenle değerlendirilemediğini, ayrıca yazarların yılıp yazmayı bırakabileceğini düşündürdü. Ben yılmayanlardan oldum fakat yılabilirdim. Ve neticede bu kitap bu coğrafyadan çıkmayabilirdi. Yazın dünyasının her bileşeni kendini savunabilir, hatta belirli mecralarda haklı da çıkabilir. Fakat bu sonucu değiştirmez. Türkiye nitelikli ürün veremiyor. Niteliği tanımlayacak insanların nitelikli olup olmadığı tartışılır. Satış odaklı düşünmekle beraber, bazı eserlerin de ayrı değerlendirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tabii değerlendirenlerin de yeterli entelektüel birikime ulaşmış olması da önemli.
Okuyuculardan gelen tepkilerin farklı derinliklerde olduğunu söyleyebilirim. Bir derinlikte okuyucular, naif bir aşkın bir dünya savaşı ile sınanmasını okurken, başka bir derinlikteki okuyucular; detaylarda verilen bilgileri araştırmaya, dönemin siyasetçileri, savaş tarihi, Yahudi kampları hakkında araştırma yapıyor. Hatta bazı okuyucular, kitaba ara verip, internet aracılığıyla detayları araştırdıklarını belirttiler.
Şu an ikinci kitabımı yazmaya başladım. Birinci kitabın reklamı ve satışı için harcadığım mesai ve halen yürüttüğüm mesleğim, hızımı kesse de kısa sürede ikinci kitaba daha fazla odaklanacağımı biliyorum ki yazdığım kitap Ölüm Orkestrası’nın devamı niteliğinde olacak. Yazarlık dışında, dansı ve eğitimi bir potada erittiğim, çocuklar ve gençler için iki eğitim projesi üzerinde de halen çalışmaktayım. Nitekim yeni nesillere bir dans borcumuz var değil mi?
Evet, haklısın özgür düşünebilecekleri, kendilerini özgür hissedebilecekleri her alanda belki farkındalık kazandırmak, belki yol açmak için bizlerin de detaylı düşünmesi, eyleme geçmesi önemli ve gerekli. Sevgili Mihran, kıymetli zamanını ayırdığın ve bize yazın dünyasında yeni, genç, umut vaat eden bir yazarla tanışma fırsatı verdiğin için derki.net ailesi adına teşekkür ederim.
Ve sana… Okurlarının çok olmasını, üretmeni ve edebiyat dünyasında nice başarılar kazanmanı dilerim.
Ve okurlarına… Papirüs Yayınları’ndan çıkan ve MİHRAN ŞİGAHER imzasını taşıyan, müzikle, tarihle içiçe harmanlanmış ÖLÜM ORKESTRASI romanının okumalarını tavsiye ediyorum.
Kitabın adı: ÖLÜM ORKESTRASI
Yazarı: MİHRAN ŞİGAHER
Yayınevi: PAPİRÜS YAYINLARI
Yılı: TEMMUZ 2023
Sayfa Sayısı: 345