Yolculuk diyor prangalarından kurtulan yanım, yolculuk…
Bir kitapçının önünden geçtim. Yanında renk renk bereler, eldivenler satan bir dükkân vardı, benim de biraz zamanım.
Akşam oluyordu ve yağmur yağıyordu.
Şemsiyemi açmadım, ince ince sakin bir ruh sızısı gibi yağdı yüzüme. Hem öyle güzel yağdı ki, başımı biraz yukarı kaldırdığımı da söyleyebilirim yüzümü, saçlarımı ıslatsın diye. Hızla hareket eden bulutların arasından ay ışığını aradım, yoktu. Şu kafede dedim, işte tam şu kafede Dostoyevski okumak ne iyi gelir. Beyaz Geceler’den hüzünlü bir aşk hikâyesinin sayfalarını çevirdiğimi hayal ettim bir an. “Harika bir akşamdı, böyle bir akşam insana ancak gençken nasip olur sevgili okur,” satırları çıkardı karşıma. Benim akşamım seninki gibi berrak değil Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ama bil ki benim için de harika bir akşam. Yağmurlu, hüzünlü, huzurlu, kendimle baş başa kaldığım harika bir akşam.
İnsanlar, telaşlar, sesler ve caddeye taşan notalar arasında bir müddet yürüdüm. Siz de dikkat eder misiniz bilmem ama genellikle çantamda bir kitap olmasını önemserim. Olmadığı zamansa kendimi eksik hissederim. Hani insanın dönemleri olur ya, ruh hallerine, yaşamında olup bitenlere, hayatından çekip gidenlere, kalbine vurup kaçanlara denk gelen dönemler… Kimseye bir ses etmeden, hiçbir ruha dokunmadan, kalabalığın arasından sıyrılıp gidesiniz gelen dönemler. Bir bakmışsınız bir yalnızlık öyküsü size iyi gelmiş; bir bakmışsınız birkaç ciltten oluşan kalın bir roman.
Yazar da seçebilir insan. Örneğin Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını okuduğum günlerle, Cesare Pavese’nin Güzel Yaz romanı günlerinde benzer ben yoktu kesinlikle. Kafka’nın Milena’ya Mektuplar’ı beni muhteşem tek kişilik bir oyunda tiyatro seyircisi gibi hissetmiştir. Oysa Anna Karenina’nın sayfalarında kaybolmak hiç kimsenin karşıma çıkmamasını dilemek hisleri baskın olmuştur. Sait Faik öykülerinde hemen bir vapura binip Burgazada’ya kaçmak ve bulduğum ilk kayalığın ucunda “İpekli Mendil”e karışmak geçmiştir içimden. Alice Munro’nun uzun öykülerinde bir dehlize girdiğimi hayal etmişimdir. Hepsinin ötesinde Ursula K. Le Guin kitaplarına elim gittiğindeyse sol yanımda okuma lambam ve odamda yalnız olmam benim için yeterli olmuştur.
Evet, çantamda bir kitap vardı. Zamanın hızına yetişemediğimiz hayatımızda, elimizde kalan kırıntılarla bir kitabın sayfalarında kaybolmak ne muhteşem bir özendir. İnsanın kendi ruhuna, benliğine duyduğu bir özen, bir yolculuk. Belki de onca sorun, iş güç, yoğunluk, mecburiyet arasında ruhumuzun prangalarından kurtulması ve kendine dair bir yolculuğa çıkmasıdır. Fark ediyorum ki günlük hayatta dâhil olduğum kalabalıklar içinde kendime sessiz sakin bir köşe bulduğumda o masa, o sandalye, o kahve ve manzara benim çalışma odam oluveriyor. Yazı yazabildiğim, kitap okuyabildiğim, insanları, olayları, anları gözlemleyerek bunları zihnime kaydedebildiğim, üzerine düşünebildiğim benim için özel ritüeller. Edebiyatla olan özel ilişkimde kurduğum bu denge hem beni disipline ediyor, hem de bazen beni kendime getiriyor. Bana söylenen bir söz, işimde yaşadığım zorlu bir an, sıkıldığım bir mecburiyet, çözemediğim meseleler, endişe ve sorgulamalar hepsi o özel çalışma odamın dışında kalıyor.
Hayatın tekdüze gidişinde bazen bir yaprak gibi savrulup durabiliyoruz. En nihayetinde ne kadar savrulursak savrulalım yavaşça süzülüyor ve illa ki bir yere konuyoruz. İşte bu yolculuk o yerin adı, zaman ve mekân gerçekliğinden koptuğumuz, kendi muhteşem ışıltılı hayal dünyamıza yaptığımız yolculuk ve dışarıda kalan prangalar.
“Tanrım! Bir anlık mutluluk! Koskoca bir ömürde az şey mi? (Beyaz Geceler F.M. Dostoyevski)
Ayşegül Ekşioğlu