Yılkı - Öykü

                                                                       

 

 

 

Doru gövdesini ahırın kuytusunda samanlara bırakmıştı. Uzun yelesini ellerimin arasına aldım. Eğildim, gözlerine baktım. Burnu nemli, soluğu her zamankinden sıcaktı. Kim bilir kaç kez öptüğüm başını kaldırdı, tutmak istedim ama izin vermedi. Alışık olmadığım bir tedirginlikle gözlerini yumdu.

Ninemden duymuştum, atlar dört ayağının üzerinde durmuyorsa bir dertleri var demekmiş. Neydi bildiği ninemin, hastalığı, ölümü, doğumu mu? Anlamıştı, bir şeylere hazırlanıyordu zaman. Bir hareket, bir ses, uğursuz bir rüzgâr belki. Olacakları ne o ne de ben biliyorduk. Sadece duyduğum, dedemin ertesi sabah daha da erken kalkacağıydı. Yazgı’yı sevmiş, yemini vermiş, aklım ona takılmıştı, eve giriyordum. Kapı eşiğinde üstümü başımı silkelerken dedem durgun bir sesle, “Ezanla birlikte sen de kalkarsın, hazırlar, bahçeye çıkarırsın,” demişti nineme. “Namazdan sonra alır giderim.”

Neyi alacaktı, Yazgı’yı mı, nereye götürecekti ki sabahın köründe. Ninem, “Ortalıkta dolaşma,” dedi bana. Hüseyinlere gidecek, televizyon izleyecekmişim, sonra da erkenden yatmalıymışım. “Nedenmiş,” dedim. “Hüseyin, dersten başını kaldırmıyor, şehirde okuyacağım diye tutturdu, ben de sıkılıyorum yanında.” Okul konusunu açmamaya çalışırdı, baktım gözleri bulutlu, sarıldım boynuna. Koyu yeşil çiçekli entarisini düzeltti, dizinin dibini işaret etti, oturdum. Saçlarımı çözdü, uzun uzun tarıyor. Belime kadar inen kalın örgüler koca bir pamuk yığını gibi omuzlarımı sarıyordu. “Artık gelinlik kız oldun sayılır,” dedi. Kızıyordum böyle söyledikleri zaman, o da inadına damarıma basıyor sonra da gülüyordu yüzümün düşmesine. Kabarık lüleleri tek tek avucuna aldı, sevdi. Yeniden örerken kışın ne kadar erken geldiğini, eskiden her şeyi zamanında yaşadıklarını anlattı durdu. Mevsimler de şaşırmış ona göre. “Ben bir dedeme bakayım,” dedim. “Gitme şimdi, kendi haline bırak da uyusun,” diye mırıldandı. Oysa aklım onda kalmıştı. “Niye ki,” diye sordum.

Sustu. Ben de sustum. Sessizlik içimi bunalttı, Anadolu’nun Sesini dinledik birlikte.

 

Sabahı sabah etmiştim. Ezandan önce dedem beni gördü. Kapının kenarında bekliyorum. Şaşırmadı. “Git yat bakalım daha erken,” dedi. “Uyuyamadım, ben de geleceğim,” diye cevap verdim çekinerek. Bana bağırmazdı, yine öyle olur sandım ama söylenmeye başladı. Sesine ninem çıktı mutfaktan. “Hadi kızım sen kal,” dedi. Baktılar kıpırdamıyorum. Dedem lastik çizmelerini giyip kasketini aldı, “Sıkı giyin kar geliyor,” dedi.

Ben de çıktım arkasından. Etrafı mavi mor bir pus kaplamış.  Sabah soğuğu kulaklarıma vuruyor. Eldivenlerimi unutmuşum, almaya üşendim. Ondan önce davranıp Yazgı’nın yanına gitmeye kararlı, ahıra yöneldim. Babamın beni buraya getirdiği sabaha benziyordu. Yine böyle üşüdüğüm sabaha, sonrasında babamı bir daha görmemiştim. Kış bitmeden ölüm haberi gelmişti. Babaannem ne kadar ağladı anlattıysa dedem bir o kadar sustu. İnce bir çizgi oldu dudakları. “Devlete karşı durmak da neydi ki zaten,” diyordu sonradan. “Böyle mi yetiştirdik biz.” Anlamıyordum, birkaç hafta sonra Yazgı’yı getirince kâbuslarım biraz azalmıştı.

Ahırdan çıkardığımızda bir kez daha, sanırım sondu, başımı koca gövdesine yaslıyorum. Dedem, “Haydi,” diyor. Yürümeye başlıyoruz.  Bir elini ben tutuyorum. Diğerinde Yazgı’nın yuları usul usul sallanıyor. Hiç konuşmuyoruz. Ara sıra kocaman eli içinde küçücük kalan parmaklarımı kavraması içimde bir ağlama isteği uyandırıyor. Üzülüyorum, yine de her şeyin olağan olduğunu fısıldıyorum kendime. Sanki biraz dolaşacağız sonra da sıcak çorbaya eve. Tutuk, sıkıntılı nefesinin bahçede bıraktığı iz bizi takip ediyor. Derin sessizliği yırtan ayak seslerimiz. Dedem ne kadar da zayıf. Onun olmadığı zamanlarda herkes onu, hastalığını konuşuyor. “Niye,” diyorum dedeme, nereye? Cevabını bildiğimi anlatır bir bakışla kısacık sesini duyuyorum.

“Yılkı.” Başka bir kelime çıkmıyor ağzından, biz yürüyoruz, toprak ıslak, her adımımızda köy biraz daha arkada kalıyor.

Başımı kaldırıyor, yanımda salınan iri gövdeye bakıyorum. Yazgı, diyorum içimden, gidiyor musun? Yılkı atlarını dinlerdim kadınlardan. Bunun bir gün senin de başına geleceğini hiç düşünmüş müydüm? Belki. Yine de konduramamıştım. Yaşlanınca derlerdi. Hiç şansı kalmaz. Genç olsa neyse. Ertesi bahar çıkar gelir, tabi şansı varsa ve bir tüccarın eline düşmemişse. Dedeme, “Duralım mı dede,” diye seslendim. Durduk.

Yere çömeldim. Yazgı’nın ayağına gece ördüğüm mavi boncuklu oyayı birkaç kez doladım. Ucuna gevşek bir düğüm attım. Onun olsun. O kadar güçsüz hissediyorum ki kendimi, dizlerim bedenimi taşıyamayacak sanıyorum. Bana bakıyor.  “Tanırım tabii ama böyle gitsin. Seneye gelir muhakkak,” diyorum.

Dedem sürekli sigara içiyor. Bir ara arkada kalıyor, öksürükten ciğerleri sökülecek. Sigaranın dumanını dağlara karşı üflüyor, bir bana bir Yazgı’ya ilişiyor gözü, başıyla yürüyün işareti yapıyor.

Yazgı, diyorum. Bak özgürsün artık. Sen burada doğmadın ki, tıpkı benim gibi. Kendim de inanmıyorum söylediklerime. Özgür olmak istemiş miydi ki. Deli fişek gibi atılır mıydı bozkıra. Özgürlüğün ne olduğunu nereden bilirdi. Dedem ayaklarını sürükleyerek birkaç adım daha attı,  “Bu kadarı kâfi,” dedi.

Önce yularını çözdü. Yazgı kıpırdamadı. Çevremizde yelesini sallayarak birkaç tur attı. Dedem hafifçe itti. Kolay mıydı, beş yıldır hem beni hem onu büyütüyor. “De hadi git,” dedi. Elindeki kalın ipi ikiye burdu. Sırtına iki kez vurdu. Bir toz yükseldi sırtından. Geriledi. Yelesi gözlerini kapıyordu. Burnundan yükselen buhar bir çoğalıyor bir azalıyor.  Tekrar bize dönecek oldu Yazgı, dedem var gücüyle bir kez daha vurdu iple. Bu kez uzaklaştı. Tepeleri beyaz, heybetli yükseltiye doğru ilerledi. Hızlanmadan, kararsız. Öyle baktık. Toynak seslerini duyuyorduk ve sesini, sonra görmez olduk.

 

 O sabah Yazgı’yı bozkıra saldık, öğlene dek dönmedik. Dedem kökünden koparılmış bir ağaç dalı rüzgârda nasıl savrulursa öyle dolaştı durdu önüm sıra. Eve geldiğimizde yorgundu. “Su koy yıkanacağım,” dedi nineme. Ninem süt ısıtmak istedi. “İçine kekik atarım iyi gelir,” dedi istemedi. Sonra namaza durdu odasında. Kapı aralığından baktım. Selamını verdikten sonra her zamanki gibi tespihine uzanacak sandım. Öyle yapmadı. Ellerini açtı, “Keşke ölse,” dedi.

 

Karlar yağdı, dağları tepeleri doldurdu, sonra eridi nehirler çoğaldı. Akşamlar daha geç inmeye başladı. Bahçede erikleri tuza banıp yedik. Kirazları kulaklarımıza küpe yaptık. Hüseyin yatılı okul kazandı.

Yılkılardan dönen olmuş mudur diyen iç sesim hiç dinmedi.

 

Ayşegül Ekşioğlu

Image

Arzu KOLOĞLU

1978 yılında Niğde’de memur bir aile...

Image

Aynur GÖRMÜŞ

“Aynur Görmüş” Kimdir? 17 Şubat...

Image

Aynur KULAK

2005 yılında Günlerden Bir Gün romanı ile ede...

Image

Ayşegül EKŞİOĞLU

İstanbul’da doğdum, Pertevn...

Image

Burak KETENCİ

1976 yılında İstanbul’da doğdu. Y...

Image

Gülhan MERİÇ

1975 yılı Düzce doğumludur. Anadolu üniver...

Image

Hasan Ünal TEKAĞAÇ

1974 yılında doğdu. Amasya Merzifonludur....

Image

İbrahim KORKMAZ

1986 yılı Bulgaristan doğumlu olan İbrahim Ko...

Image

İlkay AKIN

Almanya’da doğdum. İlköğretim 1. sınıfı...

Image

Psk. İlkim ÖZ

İlkim öz, Ankara doğumlu olup Hacettepe ünive...

Image

Mehmet DEĞİRMENCİ

1974 yılında Denizli’de doğdu. İstanbul...

Image

Orçun OĞLAKCIOĞLU

Orçun Oğlakcıoğlu 1974 yılında Denizli’...

Image

Özlem KALKAN ERENUS

1989 yılında İstanbul Lisesi'nden, 1993'te...