İbrahim Korkmaz derKi
AGAPİ
2.BÖLÜM
Yuvarlak, tombul suratlı, gözkapakları uykudan yeni uyanmışçasına düşük, ince belli, kısa bacaklı, saçları kömür karası bir hemşirenin bana doğru geldiğini gördüm. Kısa olan bacaklarına rağmen hızlı adımlarla yanıma geldi. Burada ne aradığımı sordu. Buraya girişlerin yasak olduğunu söyledi. Ben de bu hastanede kaldığımı söyledim. Sıkıldığım için hastaneyi dolaştığımı da... O da bana “Beyefendi sizi anlıyorum. Ama dediğim gibi sizin bu bölümde bulunmanız yasak,” dedi. “Neden?” diye sordum. “Girişteki yazıyı okumadınız sanırım. Burası lösemi hastaların kemoterapi gördükleri bölüm, ”dedi. O anki duygu yoğunluğumu, içimde patlamaya başlayan volkanların çıkardığı alevleri sana nasıl tarif edeyim Umut? Hemşireye öylece bakakaldım. Denizde batıp çıkan şamandıra gibi adem elmam yukarı aşağıya istemsiz bir şekilde hareket ediyordu. Kafamı bir kez daha kızın bulunduğu odaya çevirdim. Elindeki kitabı iki bacağının arasına almış bana bakıyordu. Gözleri gözlerime değince vücudum felç olmuşçasına olduğum yerde çakılı kaldım. Ilık bahar akşamlarının güzelliği gibi gülümsedi. Ben ise hiçbir şey yapamadım. Dedim ya felç olmuş gibiydim. Dudaklarımda ufak bir tebessüm bile oluşturamadım. Sonra hemşirenin sesiyle bir kez daha irkildim. Yüzünde benden cevap bekler gibi bir ifade vardı. Ben odaya doğru bakarken bir iki cümle daha söylemiş olmalıydı. Fakat benliğim hiç birisini algılayamamıştı. Hemşireye hiçbir şey demeden oradan uzaklaştım. Koşar adımlarla odama döndüm. Bedenimi bir uçurumdan bırakırcasına yatağın üzerine bıraktım. Ve içimde iyiden iyiye birikmiş olan o volkan gözlerimden yaş olarak kendini dışa vurdu. Ne kadar ağladığımı bilmiyorum. Üstelik işin ilginç tarafı hiç tanımadığım, bir cümle dahi konuşmadığım birisi için gözyaşı akıtmamdı.” Gözleri dolmuş olan Hekim abinin yanaklarından iki damla yaş süzülüp yerde parçalandı. Bu sefer daha da duraksamış vaziyette gözlerini yerden ayırmıyordu. Bir süre sonra ayağa kalktı. Atölyenin diğer tarafına doğru ağır adımlarla yürüdü. Mutfak olarak kullandığı ufak odaya girdi. Biraz oyalandıktan sonra elinde iki fincanla geri döndü. Bir tanesini bana uzattı. Uzatırken burnuma gelen kahve kokusunun yanında Hekim abinin hüznü de içime dolmaya başlamıştı. Yeniden sandalyesine oturdu. Kahvesinden ufak bir yudum aldı. Gözlerini üzerimde gezdirdi. Ve devam etti “ Ertesi gün doktorum odama kontrole geldiğinde ona fizik tedavi için bir süre daha hastanede kalmak istediğimi söyledim. İlk önce şaşırdı. Epey şaşırdı. Çünkü hastane ortamını sevmediğimi, en kısa süre de çıkmak istediğimi çok kere kendisine söylediğim için şaşkınlığı da bana normal gelmişti. En doğrusunun bu olacağını tamamen iyileşmeden buradan çıkmak istemediğimi söyleyerek onu gerçekten kalmak istediğime inandırdım. Böylece o kızın kim olduğunu, hastalığının ne safhada olduğunu öğrenmem için yeterli zamanı kazanmış oldum. Doktorun kontrolünün ardından lösemili hastalarla ilgilenen doktoru bulmak için kaldığım binadan dışarıya çıktım. Ufak bir araştırmadan sonra doktoru hastane bahçesinde dolaşırken buldum. Yanına yaklaştım. Önce kendimi tanıttım. Hangi bölümde, hangi hastalıktan dolayı yattığımı anlattım. Sonra da lafı uzatmadan başımdan geçeni anlattım. Bana yardım etmesini istedim. Neredeyse yalvarırcasına rica ettim. Doktor bir an duraksadıktan sonra bana güvenmiş olacak ki ‘gel benimle’ dedi. Onu takip ettim. Odasına çıktık. Bilgisayarını açtı. Tarif ettiğim odanın numarasını mırıldandı. Bir süre bilgisayarına baktı. Sonra da arkasında duran dolaptan kalınca bir dosya çıkardı. Dua eder gibi dudaklarını bir müddet oynattı. Sonra dosyayı yerine koydu. Bilgisayarını kapattı. Ellerini masada birleştirerek ‘ Bak evlat bahsettiğin kişinin ismi Tuğba… Tuğba Gezgin… Yaklaşık yedi aydır burada. Çok sevimli, hayat dolu bir insandır. Herkese iyilik aşılar. Hastalığından dolayı bir gün olsun şikayet ettiğini duymadım. Diğer hastaları bir doktor edasıyla teselli eder. Kitap okumayı çok sever. Fakat bu denli iyi kalpli birisinin maalesef ki ilerlemiş bir hastalığı var. Uygun donör arıyoruz. Diğer hastalara aradığımız gibi… Ancak ailenin tek çocuğu olduğu için şansımız çok düşük. Uygun donör bulamıyoruz. Beklemekten başka çaremiz yok,’ dedi. O an kararımı verdim. Doktora gerekli testlerin yapılmasını istediğimi söyledim. Aynı gün doktorumla görüşüp uygunluk aldıktan sonra bir takım muayenelerden geçtim. Testler yaptılar. Bir haftaya kadar her şeyin belli olacağını söyledi doktor. Bir hafta bir ömür gibi geldi o an. Ama beklemekten başka çarem de yoktu. Odama gittim. Akşam yemeğinin ardından içgüdülerim beni diğer binaya gitmem için kalbime sinyaller gönderiyordu. İtaat ettim. Emir almış asker gibi binanın yolunu tuttum. Bu sefer ilk başta kapıdan girmek yerine binanın etrafını dolaşıp kızın bulunduğu odanın penceresi olup olmadığını kontrol etmek için binanın yanından yürüdüm. İnce, cılız ağaçlarla süslenmiş bir bahçeden geçtim. Pencerelere bakarak ilerlediğim sırada kızın karşı odasında gördüğüm ufak kız pencerelerden birinde belirdi. Gülümseyerek el salladı. Bende karşılık verdim. Sonra yanında o belirdi. Gecenin karanlığına inat pencerede Güneş gibi parlıyordu. Onu gördüğüm günkü gibi elinde kitap vardı ve benden gözlerini kaçırmadan yeniden o güzel gamzesiyle gülümsedi. Bu sefer bende gülümsedim. Gülümseyebildim! Öylece bir süre durduktan sonra elinde tuttuğu kitabın arka sayfasına bir şeyler yazdı. Yazdığı kısmı yırttı ve pencereden aşağıya attı. Şaşırdım. Bir an duraksadım. Sonra kağıdı elime aldım. ‘Bana yardım etmek istediğini duydum. Teşekkür ederim. Adın ne?’ yazıyordu. Kağıdı okuduktan sonra kafamı pencereye doğru kaldırdım. Orada yoktu. Mutlu bir şekilde odama döndüm. Hemen hemşireden bir kağıt kalem istedim. Onu oda da gördüğüm şekilde o ufak kağıda resmettim. Altına da ‘Senin iyi olman, mutlu bir hayat sürmen için her yolu deneyeceğim. Adım Hekim’ yazdım. Sıra bu kağıdı nasıl vereceğime geldi. Gözüm yanıma aldığım masanın üzerinde duran kitaplarıma takıldı. Kitabın birisinin içine koyup o şekilde verebilirdim. Masadan rastgele bir kitap aldım. Orta sayfaların birisine yerleştirdim. Dışarıya çıktım. Diğer binaya gittim. Gece nöbetçi olan hemşireyi buldum. Tuğba Hanımın bu kitabı istediğini söyleyerek ulaştırmasını rica ettim. Aldı ve götürdü. O an kalbim kafesten kurtulmak isteyen kuş misali çırpınmaya başladı. Bu tatlı, masum mesajlaşmalarımız aynı şekilde her gün –cümleler daha da uzayıp mektup şeklini alana kadar- sürdü. Birbirimizden bahsettik. Hayattaki ideallerimizden… Gelecekteki yaşantımızda bugünlerin hatıralarını hatırlayıp kahkahalarla gülebileceğimizden bahsettik. Hep gelecekle ilgili konuştuk. Halbuki bu zamandan geleceğe geçmek için kurtulması gereken bir hastalığı vardı. Bir hafta sonunda doktor raporları eline alınca bir kez daha keder yüklü bulutlar üzerimde şimşeklerini çarpmıştı. Raporlar olumsuzdu. Dokularımız uyuşmamıştı. Şimdi onunla birlikte bende çaresizdim. Hastanede kaldığımın son akşamı yine penceresinin önüne gittim. Mektuplarımızda yazdığımız gibi aynı saatte orada beni görmek için bekliyordu. Üzerinde pembe bir hırka, kulağında da annemin inci küpeleri vardı. O kısmı atladım sanırım. Hastanede yatarken annem ziyaretime gelmişti. Yaşadığım durumu bütün duygu yoğunluğum ile anlattım. O da aile yadigarı küpelerini kulağından çıkarıp, ‘Al bunları ona ver’ demişti. ‘Bana hep şans getirdi. Umarım ona da getirir.’ Aldım. Mektubun arasında ona verdim. İşte son akşam pembe hırkasıyla yüzünün güzelliğini taçlandıran o küpelerin hikayesi de böyle. Hastaneden taburcu olduktan sonra hani aranıza katıldığım günlerde, her gün sanatçı arkadaşlarımla görüştüm. Ne yapabiliriz, nasıl yardımcı olunabilir diye istişarelerde bulunduk. Kampanyalar başlatmaya, çevremize yaymaya çalıştık. Fakat bu işler o kadar çabuk olmuyordu. Yapabileceklerimiz sınırlı gelmeye başlamıştı. Bu süreç yaklaşık yirmi gün kadar sürdü. O kadar çok koşuşturmaca yaşamıştım ki bu süre zarfında sadece bir akşam pencereden görebildim Tuğba’yı. İyice zayıflamış, yüzü solgundu. Gene de o güzel gülüşünü kaybetmemişti. Bana el salladı. Güldü. Sonra da elinden ufak bir kağıt parçası aşağıya doğru süzüldü. Açtım. İki kelime yazılıydı.” Hekim abi bunu söyledikten sonra ayağa kalktı. Tablonun başına gitti. Kısa bir süre baktı. Tablodaki kızın yüz kısmına elinin tersiyle dokundu. Resme bakarak devam etti “Seni seviyorum” yazılıydı. Pencereye baktım. Dudaklarımı görebileceği şekilde oynatarak ‘Ben de’ dedim. O gece onu son kez göreceğimi nerden bilebilirdim ki. İki gün sonra doktoru arayarak beni çağırdı. Hastaneye nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Bir donör bulundu sandım. Bir ümit ışığı doğduğunu sandım. Meğerse bana… bana… bana öldüğünü haber vermek için çağırmış. İnanamadım. Mümkünü yok dedim. Hayalleri vardı… hayallerimiz vardı… böyle gidemez! Doktor beni bir süre teselli etti. Sonra da çekmecesinden bir kitap çıkarıp bana verdi. ‘ Tuğba sana vermemi istedi. Okuduğu kitabı hep merak edermişsin. O da sana göstermezmiş. Kendini iyice kötü hissetmeye başladığında ona verin demişti.’ Kitabı elime aldım. İbrahim Korkmaz’ın çok satan romanı ‘Ateşböceğinin Umudu’ydu. Belki de kendisini etrafına ışık saçan bir ateşböceği olarak görüyordu. Umudunu her daim korumaya çalışmıştı belki de. Bahsetmemişti. Onu mektuplarında bahsettiği kadarıyla tanımıştım belki de. Ama sevdim. En saf halimle sevdim. En saf halini sevdim. Bıraktığı kitabın sayfalarını çevirirken içinden ayrı bir kağıda yazılmış bir şiir vardı. Orhan Veli’nindi: ‘Beni güzel hatırla/ bunlar son satırlar/ farzet ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından/ sayfalarca mektup bıraktım sana / beni güzel hatırla/ gidiyorum.’ Aslında uzunca bir şiirdi. İçinden kendine yakın hissettiklerini kağıda not etmiş.” Yüzünü bana doğru döndü. Gözleri yine dolu dolu olmuştu. Havayı iyice içine çekti “ İşte böyle Umut, çok kısa sürede yaşanan bu hikayenin izleri bir ömür boyu kalbimde kabuk tutmayacak bir yara gibi kalacak.” Bir an acı bir çığlık atasım geldi. Sonra konuşamayacak hissine kapıldım. Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum. Kendimi toparladım.“ Abi ben ne diyeceğimi, nasıl teselli edeceğimi bilmiyorum. Bir tek kelime konuşmadan nasıl böylesine bağlanılır? Sadece pencereden yüzünü gördüğün birisine karşı bu denli yoğun duyguları böylesine tutkulu nasıl yaşar insan? Anlayamıyorum.” Yüzünde ufak bir tebessüm oluştu. “ Ben şunu anladım ki aşkta kelimelerin pek de önemi yok. Sevdiğin insanla göz göze geldiğin o bakışma anı yok mu? Gözleriyle sana aşk destanları anlatabilecek o bakışlar, işte onlar, aşkın yansımasıdır. Hastanenin şatoyu andıran binasının penceresinden kainatın en güzel gülümsemesiyle, bana el sallarken hatırlayacağım onu. Ve hayatım boyunca unutmayacağım.
2 Yıl Sonra
Gazete Sanat Köşesi Haberleri:
-Hekim Günaçıran Dünya Ressamlar Birliği ödül töreninde ülkemiz adına yüzyılın tabloları bölümünde Agapi - Ölümsüz Aşk adını verdiği tablosuyla ödüle layık görüldü.
- Ülkemizi artarda kazandığı ödüllerle onurlandıran Hekim Günaçıran: Agapi – Ölümsüz Aşk adını verdiği yeni sergisinin kazancını lösemili çocukların tedavileri adına kullanacağını açıkladı.
- Hekim Günaçıran lösemi tedavisi gören on iki yaşındaki Melek Yaşar’a donör olarak ufak kızın hayata dönmesini sağladı. Manevi kızım dediği Melek’in okul hayatı boyunca bütün giderlerini kendisinin karşılayacağını açıkladı. Ve Melek Yaşar’a manevi olarak çok değer verdiğini söylediği bir çift aile yadigarı inci küpe, hayatı boyunca şans getirmesi adına armağan etti.
Not: Hikayede bahsi geçen kişiler/kurumlar hayal ürünüdür.
İbrahim Korkmaz
S O N