Bu sabah da böyle geldim buraya.
Sordum, tedirgin çıktım merdivenlerden. Dört yüz elli bir numaralı odanın önünde dakikalarca durdum ve elim kapı kolunda. Sesleri dinledim, ayak seslerini, içeri girip çıkan hemşireler, fısıltılar, kapanan kapılar. Her şeye bakıp hiçbir şeyi göremeden, duyamadan çıktım gittim.
“Kimliğiniz lütfen.”
Uzatıyorum.
Kimliğim odanın, hastanenin ve diğer şeylerin bir nevi sahibi olabileceğimi yeterince anlatıyor danışmada iri gözleriyle beni süzen kıza, “Bu saatte sorun olmaz değil mi?” Hayır cevabını alınca rahatlıyorum. Yeniden aynı merdivenlere yönelebilirim. Uzun, geniş koridorları geride bırakıyorum. Bilindik hastane kokularından uzak. Ayaklarım geri geri gidiyor, artık kattayım. Kapıyı usulca aralıyorum ve nihayet içerideyim.
Uyuyordu, keskin bir yeni doğan kokusu, oda loş ve safi nefes sesi. Yüzüne yaklaştım, soluk alıp verişi sakin, alnına kumral saçları yapışmış. Birlikte saçlarımızı uzattığımız solgun yaz zamanları yaladı geçti hafızamı. Kestirelim artık demişti, bak benimki hiç uzamıyor, gözlerinde gizlemeye çalıştığı haşin bakışları yakalamıştım, bu bende bir hüzün yaratmıştı. Şimdi sıra bende.
Nasıl da yorgun görünüyor. Ben de saçlarımı topladım, ellerimi haddinden fazla sabunladığımı neden sonra fark ediyorum. Karşısındaki geniş koltuğa çöktüm, olmadı cam kenarına yasladım başımı bir zaman. Saydam karanlığın yansımasında ben ve daha geride flu inip kalkan çarşaf giriyor görüş alanıma.
Yüzümü çeviriyorum. Uyansa ürker mi acaba. Yanındaki boş yüksek beşiğe nihayet yaklaşıyorum kalbimi tutarak. Beşiğin ona bakan tarafı açıkta. Mavi örtüler, tüller. Komodin üzerindeki kâğıtlara uzanıyorum. Erkek. Boy elli bir santim; kilo üç virgül elli. Baş çevresi… Bırakıyorum okumayı.
Pencere kenarına ilişiyorum. Karanlık bir şehir, sevimsiz. Ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum, gözlerim kapanmak üzereyken sesleniyor.
“Bu sabah da uğramışsın.”
İrkiliyorum, fark ediyor, gülümsemeye çalışıyoruz, olmuyor.
“On sekiz saat sürdü” diyor.
“Biliyorum söylediler, ısrar etmişsin normal olsun diye.”
“Öyle istedim.”
“Ne gerek vardı. Böyle konuşmamıştık.”
“Konuşmadık evet. Gözleri dalıyor, suskunluklarından hep çekinmiştim, şimdi olduğu gibi. Bakıyor, bir şey söyleyecekmiş gibi aralanıyor dudakları, vaz geçiyor. Yüzü acıdan geriliyor, biraz bekliyoruz, belli ki geçmeyecek. Elindeki düğmeye dokunuyor, ağrı kesici vücuduna yayıldıkça rahatlıyor. Sırtımdan belli belirsiz soğuk bir ter iniyor. O da sakin görünmek istiyor ama dudağının kenarındaki seğirme ele veriyor onu. Tırnakları yatağın kenarını ufalarken, “Başka şeyleri de konuşmadık,” diyor.
Yaklaşıyorum, ikimiz de gardını almış, sırtında kanlı okla can çekişen hayvanlar gibiyiz, Sessizliği delen sesim tıslar gibi çıkıyor. “İstemediğin hiçbir şeyi yapmadım. İyice ağırlaşmışken, meraktan çıldırmışken gelmedim, yeter ki sen…” sözümü kesiyor.
Ellerini karnında gezdiriyor. “Bak hiç doğurmamış gibiyim öyle mi?”
Hafif doğrulmaya çalışıyor, sarılıp koltuk altlarından kavrıyorum, ağır geliyor, iteleyerek yarı oturtuyorum. Yüzü kasılıyor.
“Canım çok yanıyor.”
“Bir şey ister misin, su falan?
Bakıyor, söylemediği o kadar çok şey var ki gözlerinde. Nereye gidiyoruz biz böyle. Bir konuşmaya başlasa söyleyeceklerinde hiç hayır çıkmayacak biliyorum. Yine bana sonsuzluk kadar uzun gelen dakikaların ardından düşündüğüm gibi oluyor. Cılız, ürkek sesini duyuyorum.
“Olmayacak Nil,” diyor. Çok uzak bir olmayacak çınlıyor kulaklarımda.
Bakışlarımız kilitleniyor, öyle uzun, kötücül bakıyorum ki gözlerini kapayarak uykuya vermek istiyor kendini. Dizlerim bu bedeni taşıyamayacak anlıyor, yatağının kenarına ilişiyorum. Dışarıda korna sesleri, uzaklardan bir ezan yankısı, saatin tik takları normal işte olması gerektiği gibi her şey normal. Şimdi… Şimdi diye tekrarlıyorum içimden; konuşacağız, her şey yolunda diyecek ve ben gideceğim. Rahat bir uyku çekeceğim. Yarın olacak, ben yine geleceğim, o hazırlanmış beni bekliyor olacak. Bebeğe bakacağız, hazırlayacağız ve sonra hep birlikte çıkacağız hastaneden. Onun misafir bizimse daimi kalacağımız evimize gideceğiz.
Gözlerini açmış, ne kadar zamandır beni izliyor kim bilir, koca bir nefes çekiyor içine, kararsız, dağınık, kesik kelimeler dökülüyor ağzından. Konuştukça toparlıyor, güçleniyor ve hiç görmediğim, daha önce tanışmadığım bir eski dost çıkıyor karşıma.
“Kâğıt kesiğini bilir misin” diyor. “Kâğıt kesiği incedir, ipince, göremezsin. Yine de fazla olur sızısı, acıtır harbiden. Sen hayatına devam ettiğini sanırsın ama o usul usul kendini hatırlatmayı bilir, yakar canını”
Yüzüne bakıyorum inanmaz gözlerle. Kara, uzak, serin bir karşılık buluyor bakışlarım. “Şimdi mi aklına geldi?”
“Sana anlatmaya çalıştım.”
“Kendine gel Derya, çok yoruldun, yarın konuşuruz.”
“Yarın konuşmayacağız, bir daha hiç konuşmayacağız.” Bu kez onun sesi tıslar gibi yakıyor kulaklarımı, geriye yaslanıyor. Bir tek bunun olmamasını dilemiştim, bir tek bunun.
“Onu sana veremem.”
Bitiyor, her şey duruyor. Hızla uzanıp omuzlarını yakalıyorum. O kadar sıkıyorum ki, tırnaklarımın etine battığını, teninin parmaklarımın arasında ezildiğini hissediyorum. Bir of bile çıkmıyor ağızından. Gözlerini kapıyor, dudaklarını ısırıyor. Dudağının kenarında bir kırmızılık beliriyor. Ellerim gevşiyor, onun da dudakları. Sarılıyorum, soğuk iri bedeni beni itiyor.
“Bunu yapma n’olur, bir tek bunu.”
Ne kadar beklediğimi biliyor oysa. Bağırıyorum. “İlk önce sen attın bu fikri ortaya. Benim aklımda bile yokken. Nasıl olsa gidecektin, ben engel oldum. Çoktan aldırmıştın şimdiye kadar. “
“Nil çık git bu odadan. Ne dediğim umurumda değil. Yapamam, Son haftalarda nasıl kemirdi bu duygu içimi haberin var mı? Geceleri uyanıyordum, ne kadar büyümüş diyordum. İçimde oradan oraya kaydığını hissediyordum. Sevindiğimde hareketleniyordu, nefes alıyordu benimle sanki, beni anlıyordu.”
Sus demek istiyorum yapamıyorum, sadece arkamı dönüp pencerenin kenarına yaslanıyorum.
“Bana ne yaptığını asla anlayamazsın.” Kapı aralanıyor.
Hemşirenin kucağında kıpırdanıp duran minik şeye bakıyoruz ikimiz de. Sonra birbirimize. Aklımdan geçenleri okuyor. Davranmaya çalışıyor, atılıyorum. Hemşirenin kollarına değerken daha sakin görünmeye çalışıyorum.
“Ben alayım, teşekkür ederiz,” diyorum. Odaya çöken ağır havanın farkında değil hemşire, neşeyle çok sakin bir bebek olduğunu, ama şimdi annesini özlediğini söylüyor kollarıma bırakırken. Nihayet çıkıyor. Ben o, bebek kalakalıyoruz sessizliğin içinde.
Kucağımdan bırakmadan öylece dikiliyorum. Kokusu burnuma doluyor, yanaklarımın kenarından uzanan saçlarıma değiyor minik parmakları, dudaklarıma götürüyorum. Ağzı memelerimi arıyor. Uzakta hareketleniyor, kollarının hafif kalktığını sutyenini gevşettiğini görüyorum. Bir ona bir bebeğe dalıyor bakışlarım, yanına yaklaşıyor kucağına bırakıyorum sonunda, kapıya yöneliyorum.
“Yarın gelip çıkarırlar seni.”
“Nil” diyor.
Dört yüz elli bir numaralı odanın kapısını çekiyorum.
Ayşegül Ekşioğlu