“Beni neden seviyorsun,” diye soruyor.
“İyisin, güzelsin, başarılısın, beni güldürüyorsun, bana iyi geliyor.”
“Peki, ya sen?” diyor.
“Bilmem, sensin, varlığınla sadece sen. Bu bana yetiyor.”
Ve Biz…
Hep birileri bizi sevsin diye bekledik, hep birileri gelsin hayatımızın merkezine yerleşsin istedik, nasıl istiyorsa öyle olsun cümlelerini sürükledik durduk ardımız sıra. Gereklilik kipi fenerini birinci tekil şahısa yöneltti hep. Bir de baktık olmalıyım, yapmalıyım derken beklentilere uygun davranmanın ağırlığı çöktü ruhumuza.
Dilimizin ucuna gelen ne çok sözü aldık, sakladık düşüncelerimizin kuytularında. Zaman oldu bilmediğimiz insan kalabalığında bulduk kendimizi, oysa belki de o çivit mavisi sandalyede ayaklarımızı kıyıya vuran dalgalara bırakmak istedik olmadı. Elimizdeki avucumuzdaki yedi bilemedin on dört günde tüm senenin yorgunluğu atılacaktı hani, ne zaman ardımızda bıraktık sakin bir kasabanın kıyısında batan güneşi ve yüzümüzü döndük ışıkla ses gücünün yarıştığı adsız eğlencelere.
Zaman oldu kaynaşma etkinliklerine katıldık mecburen, saatlerce hatta günlerce yan yana oturan insanlara gülümsedik, “rol play” ler yapmak olağan geldi, zihni susturup soramamak kendine; acaba şimdi buradan çıktıktan sonra birbirimize yine günaydın demeden mi gireceğiz o plazanın kapısından. Belki de o pahalı etkinliklerden çok daha kolaydı içten bir gülümsemek, iyi çalışmalar dilemek.
Gün geldi o yüce, eğlenceli tanış toplantılarında iki kolay sivrilen karakterin arasında aman ağız tadımız bozulmasın demek durumunda kaldık, susmak da bir eylemdir ama bozulan ağız tadını göze alabiliyorsan.
Ve Ben…
Bir gün bir baktım, kucağıma bırakılan mavi / pembe örtülere sarıp sarmalanmış minik kalp hakkında herkes bir öğüt veriyor, bebeğime yazılan tezleri dinlerken buldum kendimi. Oysa o verilen öğütlerin, kendinden emin kuralların çok ötesinde göğsüme yaslanan, bana bakan gözler yeterliydi. Sustum, ta ki bir ordu halinde gittiğim meleğimin ilk kontrolünde, belki de biraz kısık sesle doktora yaklaştım; kucağıma çok alırsam alışır mı doktor bey diye sormaya cesaret ettim. Bir anda bana söylenen, “İstediğiniz kadar alın, zaten bir yaşından sonra bağımsızlığını ilan edecek,” sözlerine ne denli ihtiyacım olduğunu anladım.
Yazlar kışları kovaladı, her yıl sonunda kar yağması için dileklerde bulundum, bir ocak olunca balkabağına dönüşmeyen bir masala başlayacağımı düşünerek yeni yıl kararları aldım. Kendim olacaktım, kimseye hesap vermeden, boyun eğmeden, özgürlüğümün farkına varacak, yeni yerler yeni insanlar yeni uğraşlar keşfedecektim, yeni işler ve aşklar beni bekleyecekti, bu güce kim karşı koyabilirdi, olamadı. O bir günlük yeni yıla başlama molasının ardından yine aynı döner kapıdan aynı kartı basarak geçtiğim turnikeden aynı camları açılmayan odanın masasına atıverdim kendimi.
Ve Sen…
Hastalandın, korktun, yarını görebilecek miyim endişesiyle sakladın kendini herkesten. Haftalarca, aylarca süren “kemoterapinin” ardından bedenime neler oluyor, başıma gelen bu şey de nedir, peki ben nasıl baş edeceğim bununla demek aklının ucundan bile geçmedi, bir bilene anlatmadan iyi olmayı diledin. Ta ki peşinden gelen ışın tedavisinde kendini o gözleri derin bakan doktorun yanına atana kadar. İçeri girdiğinde yorulmuş, tükenmiş, endişelerden bir hal olmuşken, “Soruyorum sana,” dedi. “ Sen ne zaman unuttun kendini?” Ruhunun gerilerinde gong sesi duyuldu.
Ve sen ve ben ve biz… Önümüze kırmızı halılar sermeyen hayat.
Zor değil mi… Şimdiye kadar hep kendini sevmenin, kendini önemsemenin, öz benliğine şefkat göstermenin diğer adı oldu bencillik, kibir, soğuk nevale, burnu büyük, şımarık yaftası ve daha niceleri.
Bunları mı göze alamadın? İçinde bir yerlerde kendine neler yaptığını söyleyen bir ses vardı, sana söyleyeceği bir sırrı vardı. Sende kalmasını isterdi. Duymadın.
Kolay mı sandın, kolay olduğunu kimse söylememişken üstelik. Ama belki çok zor da değildi.
Hala öyle olabilir mi? Olabilir.
Kolay değildir belki
Ama belki zor da değildir.
Sana bir şey söyleyeceğim… Sende, o kimseye göstermediğin, belki duymak, görmek, fark etmek istemediğin, sana seslenen biri var. Kendini ona çok yakın hissettiğin, sana çok benzeyen, seninle aynı özü paylaşıp refleksleri gösteren biri. Bir topluluğa, zümreye, gruba, toplantıya, göreve kabul edilme ya da edilmeme endişesine feda ettiğin biri. Senin varlığın, ruhun, özün o. Seni yücelten, kucaklayan, teselli eden, cesaretlendiren iç sesin, önsezin, kalbin. “Sana bir şey söyleyeceğim,” diyor.
Bunun adı, “Mükemmel olmak zorunda değilsin.” Bunun adı “Yaptığın kadarı, olduğu sürece kendini kutla.” Can Baba bu mısraları yazmaz mı sana, bana, bize,
“Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi, (*)
Sakın bitti sanma her şeyi, Can Baba’yı duyalım, duymak için bir yerden başlamak gerekiyor. Herkesin seni sevmek zorunda olmadığı gibi unutma, sen de herkesin seni sevmesini sevmek zorunda değilsin.
(* Can Yücel/ Her Şey Sende Gizli)