Bazı sabahlar daha kolay geçiyor. Kalkıyorum, evde yapacak bir şeyler buluyorum, Şıpsevdi’yi suluyorum, Kadife’nin kumunu temizliyorum. O yaşlı haliyle sabahıma eşlik etmesi bana iyi geliyor. Telaşsız, nasıl olsa bir yere yetişmiyorum, hem biraz hızlı hareket etsem nefesim kesiliyor artık. Yaz başından bu yana, haberi aldığım andan sonrası, iki ileri bir geri sakinleşmeye çalışan kalbim benden başka herkesi korkutur olmuş. Yerli yersiz aramalar sormalar, daha yaşın genç dikkat etmek lazımlar, serzenişler… Tek tek anlatıyor, dinliyor, hadi gönülleri olsun diyorum.
Yıllar önce, buraya ilk geldiğim günlerde yakınlarda bir barınak dikkatimi çekmişti. Belki iki kilometre var yoktu. Bu kendi halinde küçük kıyı kasabası tüm bölgenin yükünü omuzlamıştı sanki. Nerede sahipsiz, hasta, yaşlı kedi köpek gördülerse alıp getirmişlerdi buraya. Ben de Kadife’yi aldım, geldim eve, anne sütü bile alamadan hayata avuçlarımda tutunmaya çalışmıştı, başarmıştı da. Leyla henüz haziranlarda gelmiyordu, havalar soğuyana kadar kalmıyor, sonra kalbimin yarısını alıp dönmüyordu yağmurlu şehirlere. O yaşlarda hayatı göğüslemek için büyük beklentilere gerek yoktu, onunla yaşanacak bir hayata, anılara, seyahat planlarına mesela. Bunaltmayan bir akşamüzeri yetiyordu bana. Emektar mutfaklardan yayılan öksüz doyuran barbunları kaptık mı yanına biraz peynir, bir dilim koyu kıvamlı bal kavun, iki ince belli bardakta rakımızla kumsalda alıyorduk soluğu.
İnsan sonradan az pişman olmuyor zamanında atmadığı adımlar için, kim tutardı seni oğlum diyorum. Alt tarafı suratına okkalı bir tokat yerdin, sana iki beden büyük gelirim der, eteğini savurur giderdi salına salına. Yapamadım.
Gökyüzüne baktım.
Kuşlar gidiyor. Geldikleri gibi telaşsız, kendinden emin, birarada, benim yapamadığım gibi. Düşümde başkalaştığını, dönüştüğünü görüyorum, uyku mahmurluğuyla hatırlamaya çalıştığımda aynı görüntüleri kalıyor Leyla’nın. Alışmanın zor olduğu zamanlarda değil de neden şimdi diye soruyorum.
Elini uzatmıştı bir akşamüstü, toprak yoldan kıyıya atlayalım, yapabiliriz diye tutturmuştu. Kayaların berisinde mayosunu değiştirmiş, kâküllerinin arasından çakmak çakmak gözleriyle beni izlemişti. Gömleğimmin kollarını kıvırmıştım, ellerim ceplerimde başparmağımın tırnakla etinin birleştiği yerde iri bir çukur açmaya çalışıyor, delice bir istekle o şeytantırnağını koparıp atmak istiyordum. İlgisiz görünmek için harcadığım çabayı umursamayacak kadar emindi benden. Dudağımın kenarı alaycı kıvrılır, gözümü kırpar, ne oluyor gibisine bir şeyler mırıldanırdım, hemen ciddiye alırdı, hiç bıkmadan, imadan kinayeden uzak anlatacak bir şeyler bulurdu. Arada kız sanat okulunda diktiği, üzerine Kadife’nin siluetini resmettiği kot çantayı elime tutuşturur, diğer eliyleyse koluma kadar bedenimi kavrar, yol boyu konuşur dururdu. O akşam da bir sıçrayışta soluğu burnumun dibinde almış, başını kaldırıp yüzüme bakmıştı, çok yakındık. Saniyelerin kum saatinde akmamak için yarıştığı nadir anlardandı ve yine yaz bitiyordu.
Derin bir nefes ihtiyacıyla gözlerimi sabitlediğim pencereden uzaklaştırdım, musluğu açtım. Ellerimin suyun altında hareketlerini izliyorum. O anın iyot kokusu doluyor bir an burnuma. Lavabo biraz aşağıda kalmış. Az ötede içindeki son kabağı da alıp tencereye yerleştirdiğim kap duruyor. Yağlı, silik haline sinir oluyorum. Suyun akışı bir giysiden sıyrılmak kadar rahatlatıyor beni.
Uzun zamandır mutsuz olduğumu hiç bu kadar hissetmemiştim. Bu mutsuz olmadığımdan değildi. Kalabalıktan kaçışım, bedelini bildiğim bir melankoliyi iğne deliğinden geçirmek içindi ve geçti. Ev o kadar sessiz ki. Birden yaptığım tüm işleri bırakıp kendimi şu tabureye atmak, sadece başımı şu muşambaya dayamak ve sarsıla sarsıla ağlamak geçiyor. Mutsuzluk diyordum, öyle çabuk kapılabildiğim bir karamsarlık hali değildi ve mutsuzluk dışında her şeyi yazdım, yazabilirim benim işim bu. Yalnızlığı anlatırken misal, sevilen yalnızlıktı baktığım. Mutsuzluğa değinmeden neyi anlatabilmişim ki şimdi çok yavan geliyor.
Gidişini hatırlatıyor bu begonvil bana. Pencere önündeki saksıyı biraz sağa kaydırmıştı, “Böyle daha iyi.” demişti. Karşı tepenin kızıllığı, minarelerden yayılan ezan sesiyle birleşince içime yayılan ağırlığı bir parça hafifletmişti. Neyse ki çevrede insan kalabalığı henüz başlamamıştı. Elindeki çayda ince bir dilim limon dalgalanıp duruyordu. Bardağı parmaklarının arasında çalkaladıkça kar kürelerindeki yıldızlar gibi biraz yukarı, biraz aşağı salındı. Oturduk, karşılıklı sustuk. O denize baktı bir zaman. Martılara, ufka, sonra yürüdük. Cebinden bir parça ekmek çıkardı, ufaladı, gökyüzüne savurdu. Üç beş martı süzülerek geldi geçti yakınımızdan. Rüzgâr birkaç perçemi yüzüne döküyordu, düzeltti, yeniden birkaç kırıntı. Bir sigara yaktı. Hayatın tüm öfkesini bir nefeste içine çekişini izledim göz ucuyla. Bekledi, bekledi, bırakmaya gönlü razı değilmiş gibi ağır ağır geri verdi rüzgâra.
Kocaman taştan bir duvar gelip aramıza sığınmıştı. Alaca göründü gözüme her şey. Bir çay içimlik zamanda bana sorduğu soru duvarın çengeline iliştirilmiş solgun bir soru işareti olmuş dikiliyordu karşımda. “Hazır mısın?” diye sormuş, kollarını kavuşturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı.
“Üç gündür uyumadım,” demişti, “Koltuk kenarındaki uyuklamalarımı saymazsak tabii.”
“Ölüyorum…”
“Bile bile…”
“Her anını fark ederek ölüyorum ve bunu benden başka hiç kimse bilmiyor. Ölmek. Ne kadar da kolay söylenen bir kelimeydi. Acısız, şekilci, ya şimdi, içindeyim.” Ölümü ayrılıkla hafifletmeye çalışan bana ayrılığı ölümle anlatmaya çalışıyordu. Kırılgan ve kabullenmiş.
Başını geriye attığında geçmişten bir fotoğraf karesine bürünmüştü bakışları. Kirpiklerinin gölgesi yüzüne vuruyordu. Gözlerimin içine bakmış, “Şimdi sen,” demişti. Şimdi senin ardından ne gelecek diye bekliyorduk birlikte, onun cesareti, benim katlanma kapasitem şekilleniyordu. Planladığını sanmıyorum. Her şey birdenbire gelişmişti. Ben olağan günlerden biridir herhalde ruh haliyle uyanmıştım ve o an o kıyıda, gün ağardıktan birkaç saat sonra mideme taş oturmuş halde karşısında duruyordum. “İşte hayat, hepsi bu demek ki,” dedi kalktı.
İskeleye geldik. Çantasını aldı, vapura binmeye çalışan insanların arasında gözden kayboldu. Ben yerine mıhlanmış bir küp gibi kıpırdamadan durdum uzunca bir süre.
Kuru dallar nasıl acı bir çatırtıyla kırılırsa Leyla’nın vedası da öyle çınlamıştı kulaklarımda. Renksiz, isteksiz bir vasiyetin iletilmesiydi sanki ve fazlasına iznim olmadığını söylüyordu uzaklaşan ayak sesleri. Söyledi, kısa kesik nefesini yeniledi, gitti, hepsi bu, bu kadar.
Ve şimdi, dediğim gibi bazı sabahlar daha kolay geçiyor,
Kadifenin de gitmekte olduğunu bildiklerim dışında.